(Mesnevî, Cilt: I, beyit nu: 35-246)
Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz.
Hakikatte o bizim bugünkü halimizdir.
Bundan evvelki bir zamanda bir
padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına sahipti. Padişah bir gün,
hususi adamları ile av için hayvana binmiş giderken, ana yol üzerinde bir
cariye gördü.. o cariyenin kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı.
Mal verdi ve o cariyeyi satın aldı. Onu alıp, arzusuna nail oldu.
Fakat kazâra o cariye hastalandı.
Padişah sağdan soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin
elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl cânımın cânı odur. Ben
dertliyim, hastayım, dermanım odur. Kim benim canıma derman bulursa, benim
hazinemi, incimi ve mercanımı (lütuf ve ihsanlarımı) o aldı (demektir).”
Hepsi birden dediler ki: “Canımızı
feda edelim. Beraberce düşünüp, beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir
âlem Mesih’idir; elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.” Kibirlerinden “Allah
isterse” (İnşaallah) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi. İlâç ve tedavi türünden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl
olmadı.
O cariyecik, hastalıktan kıl gibi olunca, padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce, yalınayak mescide koştu. Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri gözyaşından sırsıklam oldu. Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda Allah’ı medhüsenaya başladı: “En az bahşişi dünya mülkü olan Allah’ım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin. Ey daima dileğimize penah (sığınak) olan Rabb’im! Biz bu sefer de yolu şaşırdık. Ama sen 'Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim, fakat sen yine de onları meydana dök, dile getir' dedin."
Padişah tâ can evinden coşunca, bağışlama
denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında padişah uykuya daldı. Rüyasında bir
pîr göründü. O pîr dedi ki: “Ey padişah! Müjde! Dileklerin kabul oldu. Yarın
bir yabancı gelirse, o bizdendir. O gelen hâzık (işinin ehli) bir hekimdir. Onu
doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir. İlâcında kati sihri gör,
mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olurken,
güneş doğudan görünüp yıldızları yakarken, padişah, rüyada kendine gösterilen
zâtı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki faziletli, fevkalâde
hünerli, bilgili bir kimse geliyor. Padişahın rüyada gördüğü hayal de, o
misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat mâbeyincilerin
yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. Kollarını açıp onu kucakladı,
aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti. Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri,
geldiği yolu sormaya başladı. O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince, o
zâtın elini tutup hareme götürdü.
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp, sonra onu hastanın yanına götürdü. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının belirtilerini ve sebeplerini de dinledi. Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil, büsbütün harap etmiş. Onlar, iç ahvalinden haberdar değiller. Körlüklerinden, hepsinin aklı dışarıda.”
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Cariyenin hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki cariye gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir, ama o gönüle tutulmuştur. Âşıklık, gönül iniltisinden belli olur. Hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
Hekim
dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakınlarını da uzaklaştır. Köşeden,
bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaltıldı. Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla, yumuşaklıkla dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız, neye bağlısın?”
Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği sıkıntı ve eziyetleri soruyordu. Cariyeden hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. İçinden “Nabzı, kimin adı anılınca atarsa, cihanda gönlünün istediği odur” (diyordu). Cariye, memleketindeki dostlarını saydı döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
Hekim, “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?” dedi. Kız, bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı. Efendilerini ve şehirleri birer birer saydı. O yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, fakat kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı. Hekim, şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı normal haldeydi, fazla atmıyordu. Semerkand’ı sorunca nabzı hızlıca attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkandlı kuyumcu sevgilisinden ayrılmıştı.
O hekim, hastadan bu sırrı elde edip, o dert ve belânın aslına erişince, “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen
anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim. Sevin, rahatla, emin ol
ki yağmur çimenlere ne yaparsa, ben de sana onu yapacağım. Ben, senin gamını
çekmekteyim, sen gam yeme. Ben sana yüz babadan daha şefkatliyim. Aman, sakın
ha, bu sırrı kimseye söyleme. Padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa
yine de sakla. Sırların gönülde gizli kalırsa, o muradın çabucak hâsıl olur”
dedi. O hekimin vaatleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.
Hekim bilahare kalkıp padişahın huzuruna gitti. Padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: Bu derdin iyileşmesi için cariyenin sevdiği o adamı getirtelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır; onu altınla, elbise ile kandır.”
Padişah, hekimden bu sözü duyunca, nasihatini candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi. O iki bey, kuyumcuya padişahtan müjdeci olarak Semerkand’a kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad! Ey marifette kâmil kişi! Övülüşün şehirlere yayılmıştır. İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira bu işte pek büyüksün, pek kâmilsin. Hemen şimdi şu elbiseyi, altın ve gümüşü al; gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
Adam, çok malı, çok parayı görünce
gururlandı; şehirden, çoluk çocuktan ayrıldı. Adam, neşeli bir halde yola
düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
O garip kişi yoldan gelince, hekim
onu padişahın huzuruna götürdü. Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu
padişahın yanına izzet ve ikramla iletti. Padişah, onu görünce pek ağırladı,
altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan! O
cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin; visalinin suyu o ateşi
gidersin.” Padişah, o ay yüzlü cariyeyi kuyumcuya bahşetti. O iki sohbet
müştakını (isteklisini) birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat
verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir
şerbet yaptı. Kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı. Hastalık yüzünden
kuyumcunun güzelliği kalmayınca, kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan
vazgeçti. Kuyumcu çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca, kızın gönlü
de yavaş yavaş ondan soğudu. Sadece zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk
değildir. Onlar nihayet bir utanç olur. Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve mahcup
olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi.
Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi; sonunda
ölüp toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz
oldu.
AÇIKLAMALAR
1- Mesnevî-i Şerif'in bu ilk hikayesindeki roller ve temsil ettikleri varlıklar şöyle açıklanmıştır:
Padişah = Allah'ın insana üfürdüğü “Ruh”
Cariye = Nefs
Kuyumcu = Dünya; Âşık olunan dünyevî
varlıklar
Hâzık Hekim = Mürşid-i kamil
Diğer hekimler = Mukallid şeyhler
2- Yüce Allah insanoğlunu, Kendisini sevsin, bağlansın, itaat etsin diye yaratmıştır. (Bakınız: Kur'an, Zariyat sûresi, 56. ayet)
O, kullarının herşeyden daha çok kendisini sevmesini istemektedir. Zaten hakiki sevgi/aşk da, ancak Allah'a yönelik olan sevgidir, Allah sevgisidir, Allah aşkıdır; diğer sevgiler ise geçicidir.
Kulunun Kendisinden
başka bir şeye gönül vermesine Allah asla razı değildir. Çünkü Peygamberimizin bildirdiği gibi "Allah,
kıskançtır.” (Buhari, Nikah 107; Müslim, Tevbe 36. Kütüb-i Sitte,
hadis nu: 4306) Eğer kul, Allah'tan başka bir şeye gönül verir, aşık olursa
(Bakınız: Kur'an, Bakara sûresi, 165. âyet), Allah, o kulunu dünya hayatının çeşitli
bela ve imtihanlarına uğratır, böylece kulu, âşık olduğu o kişinin/şeyin gerçek
yüzünü görür, asıl aradığı aşkın o olmadığını anlar.
Neyi aşırı seversen, onunla imtihan
olunursun. Bu imtihan sonucunda sevdiğin şeyin ve sevginin hakiki yüzünü görür,
anlarsın.
Hikmetli Kur'an'da konuya şöyle dikkat çekilmektedir: "De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Kur'an, Tevbe sûresi, 24. ayet)
3- Mürşid-i kâmiller, hekimler gibi,
insanların gönüllerindeki hastalıkları tedavi ederek, onların ilahî aşka
ulaşmalarına yardımcı olurlar.
Ancak Niyazî-i Mısrî’nin şu ikazına
dikkat etmek gerekir:
Her mürşide dil verme kim
Yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın