1. sohbetin bu ikinci bölümünde Hz. Mevlânâ; Enfâl suresinin 80.
ve Yûsuf suresinin 87. ayetlerini tefsir etmekte; Anadolu Selçuklu veziri
Muinüddin Süleyman Pervâne’ye, Müslüman halkları koruyup kollayıcı mahiyette dinî-siyasî
uyarı ve nasihatlerde bulunmaktadır.
***
Konunun akışına belki uygun da değil, ama hatırıma şu âyeti
tefsîr etmek geldi. Mademki hatırıma geliverdi, söyleyeyim:
Yüce Allah buyurur ki: "Ey Peygamber! Elinizdeki
esirlere de ki: Eğer Allah, kalplerinizde hayırlı bir niyet bulunduğunu bilirse,
sizden alınandan (fidyeden) daha da hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü
Allah Gafûr ve Rahîm’dir. " (8/Enfal sûresi, 70. âyet)
Bu âyetin inişine sebep şudur:
(Peygamberimiz Muhammed) Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem,
kâfirleri bozguna uğratmış, öldürmüş, yağmalamış, birçok esir ele geçirmiş,
ellerini ve ayaklarını bağlatıp getirtmişti. Esirler arasında, amcası Abbas
(r.a.) da vardı. Bütün gece bağlanmış, hiçbir şeye güçleri yetmez, zelil bir
halde ağlıyor, inliyorlardı. Kendilerinden umut kesmişler, öldürülmeyi
bekliyorlardı. Mustafâ (s.a.s.) onların hallerine baktı da güldü. Onlar
birbirlerine, “Görüyor musunuz” dediler, “onda da beşeriyet hali var. Hâlbuki ‘Bende
beşeriyet sıfatı yok’ diye dâvaya kalkışmıştı. Dâvası, gerçeğe aykırıymış. İşte,
bize bizi böyle bağlanmış, zincirlere vurulmuş bir halde kendisine esir olmuş
görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine uyan ve düşmana galip gelip onları
kahrolmuş görünce sevinenler gibi. (Benzer ifadeler için bkz. Mesnevi, cilt III, beyit
nu: 4469-4483)
Mustafâ (s.a.s.), onların içlerinden geçeni anladı da dedi ki:
“Hâşâ! Ben, düşmanlarımı kahrıma uğramış, hakir vaziyette ve
zararda gördüğüm için sevinip gülmüyorum. Asıl şu yüzden sevinip gülüyorum: Can
gözüyle görüyorum ki bir topluluğu tutmuşum, külhandan ve cehennemden,
zincirlerle çeke çeke, zorla cennete ve ölümsüz gül bahçesine götürmeme rağmen
onlar, ‘Bizi bu tehlikeli yerden, o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne diye
çekiyor, götürüyorsun?’ diye ağlayıp bağırıyorlar; işte bu yüzden gülmem
tutuyor. Bununla beraber, söylediğim sözü anlayacak, hali apaçık görecek can
gözü daha sizde yok. Hak Teâlâ bana emir buyuruyor ki bu esirlere söyle: Siz
önce ordular topladınız, birçok hazırlıklarda bulundunuz, erliğinize,
yiğitliğinize, çokluğunuza güvendiniz. Kendi kendinize, ‘Müslümanları şöyle mağlup
edeceğiz, böyle kırıp kahredeceğiz’ dediniz. Gücünüzün kuvvetinizin üstünde,
daha Kadir biri olduğunu görmüyordunuz. Yok ediciliğinizden daha üstün
bir Kahir bulunduğunu bilmiyordunuz. Hâsılı ‘şöyle olsun, böyle olsun’
diye ne tedbirde bulunduysanız hepsi de aksi çıktı. Şimdi korku içindesiniz,
ama hâlâ da o illetten tövbe etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ da bir Kadir bulunduğunu
görmüyorsunuz. Gücünüz kuvvetiniz varken beni görmeniz, kendinizi bana karşı
yok olmuş bilmeniz gerek ki işler kolaylaşsın. Korkuya düşünce benden umut
kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter. Ak öküzden
kara öküz çıkaranın, kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter. “(Allah) Geceyi
gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de
ölüyü çıkarır.” (3/Âl-i İmran sûresi, 27. âyet) buyurulmuştur. Şimdi esirsiniz;
fakat Benden ümit kesmeyin de elinizden tutayım sizin. “Allah’ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit
kesmez.” (12/Yusuf sûresi, 87. âyet)
Şimdi Yüce Allah buyuruyor ki: “Ey esirler! Önceki yolunuzdan
döner, korkuda da umutta da beni görür, içinde bulunduğunuz halde kendinizi
benim kahrıma uğramışı sayarsanız, sizi bu korkudan kurtarırım. Sizden
yağmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size. Hatta kat kat
fazlasını, daha da iyisini veririm, sizi bağışlarım. Dünya devletine âhiret
devletini de katarım.”
Abbas, “Tövbe ettim, tuttuğum yoldan döndüm” dedi. Mustafâ
(s.a.s.), “Yüce Allah, ettiğin dâvaya delil ister” buyurdu. Beyit:
Aşk dâvasında bulunmak kolaydır
Fakat o dâvâya delil ve burhan gerek.
Abbas, “Hadi” dedi, “ne delil istiyorsan söyle”. Mustafâ, “Müslüman
olduysan, Müslümanlığın iyiliğini istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını
Müslüman ordusuna bağışla da Müslümanlık kuvvetlensin” buyurdu. Abbas, “Ey Allah’ın
elçisi” dedi, “bende ne kaldı ki? Hepsini yağmaladılar. Bir eski hasır bile
bırakmadılar”. Mustafâ (s.a.s.), “İşte gördün mü” buyurdu, “Dürüst değilsin,
tuttuğun yoldan dönmedin. Ne kadar malın var, nerde sakladın, kime emanet ettin,
nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi?” Abbas, “Hâşâ!” dedi. Mustafâ (s.a.s.) buyurdu
ki: “Sen şu kadar malı anana emanet etmedin mi? Filân duvarın dibine gömmedin
mi? Ona, ‘Dönersem bana verirsin; esenlikle dönmezsem şu kadarını filân işe
harcarsın, şu kadarını filâna verirsin, bu kadarı da senin olsun’ diye
etraflıca vasiyette bulunmadın mı?”
Abbas bunu duyunca şahadet parmağını göğe doğru kaldırdı, bütün
kalbiyle ile iman etti ve dedi ki: “Ey gerçek peygamber! Ben Hâman, Şeddâd,
Nemrûd gibi eski padişahlara nasıl felek yâr olduysa, sana da yâr oldu, baht
elverdi sanıyordum. Fakat bunu bildirdin ya, anladım ki bu özellik ilahîdir, Allah’tandır.”
Mustafâ (s.a.s.) buyurdu ki: “İşte şimdi doğru söyledin. İçindeki
şüphe bağının koptuğunu duydum; sesi kulağıma kadar geldi. Benim canımın tâ
içinde gizli bir kulağım daha vardır. Kim şüphe ve kâfirlik bağını koparırsa,
gizli kulağımla o koparma sesini duyarım, sesi can kulağıma kadar gelir. Şimdi
doğru söyledin, bütün kalbinle iman ettin.”
Açıklama:
Hz. Mevlana, gafil olan kulları Yüce Allah'ın ve Peygamberimizin çoğu kez yumuşak, bazen de muhatabın durumuna göre sert bir tarzda (mesela onlarla cihad ederek) ilahi yola yönelttiğine dikkat çekmektedir. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın ve O'nun âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamberimizin insanlara karşı pek şefkatli ve merhametli olduğunu, celalde dahi cemalin gizli olduğunu, Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiğini, avam kulların ise bunu idrakten aciz kaldıkları için itiraz ve şikayette bulunduklarını açıklamaktadır.
Hz.
Mevlânâ’nın Fihi Ma Fih'te bahsettiği olay, tarih kaynaklarında şu şekilde geçmektedir:
Hz.
Abbas, esirler arasında Medine'ye getirilince, Peygamberimiz Aleyhisselam, ona:
“Ey Abbas! Kendin ve kardeşinin oğlu Akîl b. Ebi Talib ve Nevfel b. Haris ile,
antlaşmalın Utbe b. Amr için fidye (kurtulmalık akçesi) öde! Sen servet
sahibisin!” buyurdu. Hz. Abbas: “Yâ Rasûlallah! Ben, Müslümandım. Kureyş kavmi
beni zorlayarak yola çıkardılar!" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam: “Senin
Müslümanlığını Allah bilir, dediğin doğru ise, Allah elbette onun ecrini sana
verir. Amma, senin işin, görünüşte, bizim aleyhimize idi. Sen hele kurtulmalık
akçelerini ödemeye bak!” buyurdu ve onun yanında bulunan 20 ukiyye (800 dirhem)
altına da, harp ganimeti olarak el koydu. Hz. Abbas: “Yâ Rasûlallah! Bari bunu
kurtulmalık akçeme mahsub et!" deyince, Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Hayır! O Allah'ın senden bize nasip ettiği bir şeydir, ganimettir!"
buyurdu. Hz. Abbas: “Yâ Rasûlallah! Demek, sen beni geri kalan şu ömrüm boyunca
halktan dilenmeye terk ediyorsun?!" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam: “Ey
Abbas! Zevcen Ümmü Fadl'a verdiğin, gömmüş olduğun o mallar, o altınlar nereye
gitti (ne oldu)?” diye sordu. Hz. Abbas: “Hangi altınlar?” dedi. Peygamberimiz
Aleyhisselam: “Hani, sen Mekke'den yola çıkacağın gün, yanınızda zevcen
Hâris'in kızı Ümmü Fadl ile ikinizden başka bir kimse bulunmadığı sırada, Ümmü
Fadl'a: “Bu seferimde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir musibete
uğrarsam, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı Fadl
içindir! Şu kadarı Kuşem içindir! Şu kadarı da Abdullah içindir!” dediğin
mallar, altınlar!” buyurdu. Hz. Abbas: “Bunu sana kim haber verdi?! Vallahi,
bunu benden ve Ümmü Fadl'dan başka, halktan hiçbir kimse bilmiyordu!” dedi.
Peygamberimiz Aleyhisselam: “Bunu bana Allah haber verdi" buyurdu. Hz.
Abbas: “Seni hak ile peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki; bunu benden
başka, Ümmü Fadl'dan başka, insanlardan hiçbir kimse bilmiyordu. Ben iyi
biliyorum ki sen, hiç şüphesiz, Allah'ın rasûlüsün! Ben şahadet ederim ki sen
Allah'ın gerçekten rasûlüsün ve doğrusun! Ben şahadet ederim ki; Allah'tan
başka ilah yoktur ve sen de, hiç şüphesiz, Allah'ın rasûlüsün!” dedi. Ensardan
bazı zâtlar Peygamberimiz Aleyhisselamdan izin istediler de: “Yâ Rasûlallah!
Bize müsaade buyur da, kız kardeşimizin oğlu Abbas b. Abdulmuttalib'in
kurtulmalık akçesini kendisine bırakalım” dediler. Peygamberimiz Aleyhisselam:
“Hayır! Vallahi, bir dirhemini bile bırakamazsınız!” buyurdu. Hz. Abbas,
kendisinin ve yeğeni Akîl'in kurtulmalık akçeleri olmak üzere, Medine'ye 80
ukiyye altın veya 1000 dinar gönderdi. Antlaşmalısınınkini göndermedi. Peygamberimiz
Aleyhisselam, Hz. Abbas'ın elçisi Ebu Râfi'i geri çevirdi. Hz. Abbas, Ebû
Râfi'e: “Sen, yine ne demeye geldin?” dedi. Ebu Rafi' de, anlaşmalısının
kurtulmalık akçesini almaya geldiğini haber verdi. Hz. Abbas, ister istemez,
onun kurtulmalık akçesini de gönderdi. “(İman ve ihlas) varsa, O, size
alınandan daha hayırlısını verir ve sizi yarlıgar da! Allah çok yarlıgayıcıdır,
çok esirgeyicidir.” (Enfâl, 70) mealli âyet Hz. Abbas hakkında nazil olmuştur.
Hz.
Abbas der ki: “Allah, bana, o 20 ukiyye altın yerine, her biri ortaklıktan 20
ukiyye kazandıran 20 köle verdi. Bana, ayrıca Zemzem'i (Zemzem'in idaresini) de
verdi ki, onun karşılığında da, Mekkelilerin bütün servetini verseler, istemem!
Artık ben Rabbimden, va'd ettiği yarlıgamasını da diliyor ve bekliyorum.” Hz.
Abbas Müslümanlığını gizli tutardı. Mekke'de bulunduğu müddetçe, müşriklerin
tutum ve davranışlarını Peygamberimiz Aleyhisselama yazar, bildirir, Mekke'deki
Müslümanlara güç ve destek de olurdu. Medine'ye, Peygamberimiz Aleyhisselamın
yanına gelmek istediği zaman, Peygamberimiz Aleyhisselam ona: “Senin Mekke'de
bulunman daha hayırlıdır. Sen, bulunduğun yerde güzel, yararlı cihad
etmektesin!” diye yazmış; Mekke'de oturmasını emir buyurmuştu. (İbn Sa'd,
Tabakat, IV, 13-15; M. Asım Köksal, III, 389 vd.)
***
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu tefsîri Emîr Pervâne’ye şunun için söyledim:
- Sen önce ‘Müslümanlığın bekası ve Müslümanların çoğalması için kendimi feda edeyim, aklımı ve tedbirimi kullanayım tâ ki İslâm pâyidâr kalksın’ diyerek Müslümanlığa siper olmuştun. Ne zaman ki kendi fikrine güvendin; Cenab-ı Hakk’ı görmedin ve her şeyi Hak’tan bilmedin, Yüce Allah o sebebi, o çalışmayı, Müslümanlığın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatarlar bir olmuş; Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek, İslâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun! Allah, Müslümanlığın bekasına sebep olan tedbiri, Müslümanlığa zarar vermeye sebep kıldı. Bundan böyle, sadakalar ver, asıl korkulması gereken Hakk’a samimiyetle yönel ki seni içine düştüğün şu kötü, korkulu halden kurtarsın. O’ndan ümit kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir günahkâr duruma attı seni, çünkü o ibadeti kendinden gördün. Şimdi günahkâr iken de ümit kesme O’ndan; yalvar yakar. O ibadetten günah meydana getirenin, şu günahtan bir ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir, önüne sebepler çıkarır da gene Müslümanların çoğalmasına, Müslümanlığın kuvvetlenmesine çalışırsın. Ümidini kesme ki “Allah’ın rahmetinden, kâfir olan topluluktan başkası ümit kesmez.” (12/Yusuf sûresi, 87. âyet)
Maksadım buydu, bunu anlasın da şu halde sadakalar
versin, yalvarıp yakarsın dedim. Çünkü çok yüce bir halden, aşağılık bir hale
düştü, fakat bu halde dahi ümitvar olması gerek. Yüce Allah mekkâr’dır (aldatıcı’dır);
güzel sûretler gösterir, fakat onun içinde fenâ suretler olur. Kişinin, ‘Ben şu
görüşü beğenip tercih ettim, güzel bir planım var’ diye aldanıp neticeyi
kendinden bilmemesi için görüş ve planı umduğu gibi sonuçlandırılmaz. Eğer her
şey göründüğü gibi olsaydı, Peygamber Efendimiz o kadar keskin, o kadar aydın,
o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de “Allah’ım! Eşyayı bize olduğu gibi
(hakikati nasılsa öyle) göster!” der miydi? Güzel görürsün, hâlbuki
hakikatte çirkindir. Çirkin görürsün, hâlbuki hakikatte güzeldir, hoştur. Peygamber
Efendimiz “bize her şeyi, nasıl ise öyle göster; tâ ki tuzağa düşmeyelim, yoldan
hiç şaşırmayalım” diye dua etti. Senin fikrin güzel ve parlak olsa bile, yine
de Peygamberimizin fikir ve görüşünden daha güzel ve parlak olamaz. Şimdi sen
de her görünene, her fikir ve tedbire güvenme. Allah’a yalvarıp yakar, O’ndan kork.
İşte benim maksadım buydu. Emir Pervâne ise bu âyeti, bu tefsiri kendi arzusuna
göre şöyle yorumladı: “Sevk ettiğimiz askere güvenmemeliyiz. Ve eğer bozguna
uğrarsak o korku ve çaresizlik halinde dahi Allah’tan ümit kesmemeliyiz.” Benim
maksadım ise, az önce (hadis-i şerif ışığında) açıkladığım hususları
anlatmaktı. (Yani; şahsî fikir, görüş ve planlarımıza güvenmeyip, Yüce Allah’ın
ve Peygamberimizin emir ve tavsiyelerine bağlanıp itaat uyalım.)
Açıklama:
Hz. Mevlana, bazı artniyetli, irfanı kıt, haddini bilmez cahilllerin iddia ettikleri gibi, yaşadığı dönemde Moğol yanlısı bir siyaset takip etmemiştir. Bilakis, yukarıda Emir Pervane'ye hitaben söylediği sözlerinden de apaçık anlaşılacağı üzere, ister Anadolu'da yaşasın, isterse Şam'da veya Mısır'da yaşasın, Müslüman halklardan yana, Moğollara karşıdır. Nitekim o, Anadolu Selçuklu veziri Emir Pervane’yi, Müslümanların menfaatlerini kollamadığını; Selçuklular, Moğollar ve Memlükler arasında şahsi ihtiraslarına dayalı siyaset yapması yüzünden Müslümanları zarara uğrattığını belirterek sert bir şekilde eleştirmektedir. Emir Pervane'ye, dini/ilahi buyrukları referans alarak siyaset yapmasını hatırlatmaktadır.
Emîr Pervâne, Anadolu Selçukluları tarihinde bir döneme adını veren devlet adamıdır. İsmi Süleyman, lakabı Muîneddîn’dir. Pervâne lafzı ise, o zamanlarda vezirlere verilen bir ünvandır. Emîr Pervâne, Şeyh Fahreddîn Irâkî hazretlerinin mürididir. Sultânü’l-Ulemâ Bahaeddin Veled ile oğlu Hz. Mevlana’yı da çok sevdiğinden sık sık ziyaretlerine gider, onlar da vezirin konağına giderek ona va’z ve nasihat ederlermiş. Nitekim Fihi Ma Fih’te kayıtlı olan sohbetlerin çoğunda Emîr Muîneddin Pervâne’nin de hazır bulunduğu anlaşılmaktadır. (Ahmed Avni Konuk, Fîhi Mâ Fîh tercüme ve şerhi, s. 229)
Anadolu Selçuklu
Sultanı II. İzzeddin Keykâvus’un 654'te (1256) Sultanhanı savaşında Moğollar'a
yenilip kaçması üzerine IV. Kılıçarslan sultan ilân edilmişti. Bu yeni dönemde
Muînüddin Süleyman, pervane olarak görev aldı. Muînüddin Süleyman, devlet
üzerindeki kontrolünü gittikçe arttırarak iktidarı tamamen eline geçirdi. Moğol
baskısının en şiddetli döneminde ilhan ve kumandanlarının güven ve
dostluklarını kazanması, itibar ve gücünün daha da artmasına ve kısa zamanda
siyasî rakiplerini ortadan kaldırarak mutlak bir otorite kurmasına yol açtı.
Her ne kadar tahtta IV. Kılıçarslan oturuyorsa da gerçekte devleti yöneten kişi
Muînüddin Süleyman Pervane idi.
Anadolu Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan ile vezir Süleyman Pervane 663 (1265) yılında İlhanlı tahtına çıkan Abaka Han'ın yanına giderek kendisini kutladılar ve değerli hediyeler sundular. Zaman içinde Pervane, arasının açıldığı Kılıçarslan’ı Abaka Han'a kötülemekten geri durmadı ve onu ortadan kaldırıp tahta küçük yaştaki oğlu Gıyâseddin Keyhusrev'i geçirmeyi planladı. Bu arada Abaka Han'a Kılıçarslan'ın Memlûk sultanı ile birlikte hareket ettiğini bildirdi. Abaka da ona kendisini Anadolu'da ilhanın naibi olarak gördüğünü söyleyip sultanın ortadan kaldırılması için izin verdi. Çok geçmeden Pervane'nin tertibiyle IV. Kılıçarslan öldürüldü (664/1266) ve yerine III. Gıyâseddin Keyhusrev tahta çıkarıldı. Pervane önemli makamlara kendi adamlarını yerleştirdi; kızını da yeni sultanla evlendirdi.
Süleyman Pervane, devlet içinde mutlak otorite kurmak düşüncesiyle Moğollara yaranmaya çalışırken, rakip gördüğü devlet adamlarını çok defa Memlûk Sultanı Baybars veya II. İzzeddin Keykâvus ile iş birliği yapmakla suçlardı. Ancak Abaka Han nezdinde itibar kaybetmeye başladığını anlayınca, bu defa kendisi Baybars'a gizlice bir mektup göndererek Moğolları Anadolu’dan çıkarmak için onunla iş birliğine hazır olduğunu bildirdi.
Süleyman Pervane'nin Tebriz'e gittiği sırada Hatîroğlu Şerefeddin ile diğer bazı beyler Moğollarla baş kaldırdılar ve Memlûk Sultanı Baybars'a haber yollayıp onu Anadolu'ya davet ettiler; ancak Baybars o yıl gelmesinin mümkün olmadığını bildirdi. Bu arada 30.000 kişilik bir Moğol ordusu Anadolu'ya geldi ve isyanı bastırdı (Cemâziyelevvel 675 / Ekim 1276). Hatîroğlu Şerefeddin, idamından önce yargılanması sırasında Muînüddin Pervane'nin de Baybars'la mektuplaştığını açıkladı ve bu durum daha sonra Pervane'nin idamında büyük rol oynadı.
Sultan Baybars, Anadolu'yu Moğol istilâsından kurtarmak için 675'te (1277) 30.000 kişilik bir kuvvetle Halep'ten yola çıktı ve Nisan ayında Elbistan ovasına ulaştı. Burada yapılan savaşta 15-16.000 kişilik Moğol ordusu kesin bir yenilgiye uğradı.(10Zılkade 675/15 Nisan 1277). Moğol saflarında yer alan Muînüddin Pervane'nin emrindeki Selçuklu askerleri ciddi biçimde savaşmadıkları gibi ya taraf değiştirmiş ya da kumandanlarıyla birlikte Memlûk ordusuna esir düşmüş yahut teslim olmuşlardı; Pervane'nin oğlu ve torunu da bunların arasındaydı. Muînüddin Pervane savaşın neticesini gördükten sonra Kayseri'ye kaçtı ve ailesiyle birlikte burada bulunan III. Gıyâseddin Keyhusrev'i yanına alarak Tokat'a gitti. Sultan Baybars ardından Kayseri'ye yöneldi ve halkın sevinç gösterileri arasında şehre girdi; hemen arkasından da Pervâne'ye haber gönderip huzuruna gelmesini bildirdi. Fakat Pervane on beş gün süre isteyip bu arada Abaka ile temasa geçmeye çalıştı. Pervane'nin ikiyüzlü siyasetini anlayan ve ayrıca Abaka Han'ın büyük bir orduyla Anadolu'ya yaklaştığını duyan Baybars ordusunda erzak sıkıntısının da başlamasıyla birlikte Suriye'ye çekildi. Onun çekilmesinden sonra Abaka Han Erzincan-Divriği yoluyla Elbistan'a ulaştı. Savaş meydanını gezerken Moğol kumandan ve askerlerinin cesetleri yanında Selçuklu cesedine rastlamayan Abaka Han çok öfkelendi ve Muînüddin Pervâne'yi Memlûk sultanıyla iş birliği yapmakla suçladı. Pervane her ne kadar Baybars'ın gelişinden haberinin olmadığını söylediyse de o sırada yanlarında bulunan Emîr İzzeddin Aybeg, Abaka'ya onun Memlûk sultanıyla sürekli haberleştiğini ve kendisini Anadolu'ya gelmesi için teşvik ettiğini açıkladı. Abaka Han, bazı kumandanlarının da ısrarıyla Muînüddin'i yakınlarıyla birlikte 1 Rebîülevvel 676'da (2 Ağustos I277) idam ettirdi.
Muînüddin Pervane taht kavgalarının sürdüğü, Moğol zulüm ve sömürüsünün arttığı, devlet otoritesinin sarsıldığı bir dönemde mahirane siyasetiyle ülkeyi uzunca bir süre refah içerisinde idare etmeyi başarmıştır. Onun öldürülmesinden sonra Moğollar malî baskılarını daha da arttırmışlardır. Ancak Muînüddin'in Moğollarla Memlükler'e karşı güttüğü istikrarsız ve dürüst olmayan siyaset, bu arada ihtirasları yüzünden kendine rakip gördüğü devlet adamlarını, kumandanları ve hatta sultanı ortadan kaldırması hem şahsına hem devlete çok pahalıya mal olmuş, sonuçta Süleyman Pervane bir devrin kuruluşu kadar çöküşünü de hazırlayan kişi olarak tarihe geçmiştir.
Süleyman
Pervane âlimleri korumuş, medrese ve zaviyelerde huzur içinde eğitim
yapılmasını sağlamıştır, Tokat'ta müridi olduğu Fahreddîn-i Irâki için bir
hankah, halen faal durumda bulunan ve kendi adıyla anılan bir hamam, bugün müze
olarak kullanılan bir şifâhâne (Gök Medrese), Kayseri'de bir medrese ve
Merzifon'da bir cami yaptırmış. Trabzon Komnenoslan'nın işgali (1261) sırasında
tamamen yıkılan Sinop'taki Alâeddin Camii'ni ihya ettirmiştir. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî. Fîhi mâ fih adlı eserini yakın dostu ve müridi olan
Muînüddin Pervâne'ye sunmuştur. Mevlâna’nın kabri üzerine bir türbe yapılması
emrini verenler arasında Muînüddin Pervane ve eşi Gürcü Hatun'un da olduğu
rivayet edilir. (Muharrem Kesik,
“Muînüddin Süleyman Pervane”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXI, 91-93)