MEVLEVÎLİĞE İLİŞKİN CİDDİ HATALAR
Elif
Şafak’ın AŞK adlı romanında Hz. Mevlânâ’nın hayatı ve Mevlevîlik tarihi
açısından ciddi hatalar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlilerini inceleyelim:
1-
Mesnevî-i Şerif, 1258’den önce Selahaddin Zerkubî tarafından kaydedilmedi
Elif
Şafak, Hz. Mevlânâ’ya 30 Ekim 1260 tarihinde (s. 403) şunları söyletiyor: “Dört sene önce Mesnevî’yi yazmaya başladım… Selahaddin
olmasa belki de çoğu kaybolacak, unutulacaktı. Ama o büyük bir sabır ve özveriyle her
birini kağıda
çekti. Selahaddin yazdı, Sultan Veled suretini çıkarttı. Böylece sayfa sayfa
büyüdü Mesnevî. Okurunu bekler şimdi.” (s. 405)
Yazar
bir sonradaki sayfada ise Mevlânâ’ya, “Selahaddin’in ölümünden sonra şiirleri yazmama o [Talebe Hüsam] yardım
ediyor. Mesnevî’yi kaleme alan katip odur” (s. 406)
dedirtmiştir.
Burada
hem çelişki hem de iki yanlış var. İlki; Mesnevî-i Şerif 1260-4 = 1256 yılında
değil, 1258 yılından sonra yazılmaya başlanmıştır.
İkincisi;
Hz. Mevlânâ’dan Mesnevî’yi işitip kaydeden Selahaddin Zerkubî değil, Çelebi
Hüsameddin’dir. [1]
Sadece Abdülbaki Gölpınarlı, “Biz Mesnevî’ye 1258’den önce, yani Selahaddin hayattayken başlanmıştır ve birinci cilt bu tarihten önce bitmiştir kanaatindeyiz” demiştir.[2]
Gölpınarlı bu görüşünde yalnız kalmıştır. Velev ki onun bu kanaati doğru kabul edilsin, Gölpınarlı ‘Mesnevî’yi Selahaddin Zerkubî kaydetti’ dememekte; Selahaddin Zerkubî henüz hayattayken Çelebi Hüsameddin tarafından kaydedildiğini belirtmektedir.[3]
2- 1240’lı
yıllarda Bağdat’ta Mevlevîlerin ne işi var?
Elif
Şafak; 1242-1243 yıllarında Bağdat’taki bir zaviyeden bahsederken “Aşçı Dede”, “Sertarik”, “Çömez”,” “Meydancı”, “merasim
hırkası”, “çilehane” gibi unvan ve terimlerden bahsediyor
(s. 83 vd., 112-114). Bunlar, -çömez hariç- Mevlevîlik terimleridir.[4] Fakat bu
unvan ve terimler Hz. Mevlânâ’nın vefatından sonra Mevlevîliğin bir tarikat
olarak teşekkül etmesiyle ortaya çıkmıştır. Mevlevîlerce tarikatın kurucusu, ise
Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled kabul edilir[5]. Henüz Hz.
Mevlânâ şeyh bile değil, Seyyid Burhaneddin’in talebesiyken ve dolayısıyla Mevlevîlik
bir tarikat olarak teşekkül etmemişken, üstelik Bağdat’taki bir zaviyede bu unvanların
ve terimlerin ne işi var?
Diğer
taraftan; Mevlevîlerde tarikat müntesipleri arasında dereceler vardır. Bu
derecelerin ilki “muhib” derecesidir. Muhiblikle birlikte kişi “nev-niyaz”, “derviş
namzedi”, “salik” veya “matbah canı” olarak da adlandırılır.[6] Mevlevîlikte
“çömez” diye bir unvan ve derece yoktur. Maalesef çömez terimi yazar tarafından
uydurulmuştur.
Romanda
ayrıca; Sertarik gelip, kırk gün çilehanede kaldıktan sonra çıkan çömezi “eti senin, kemiği benim” diyerek Aşçı Dede’ye teslim ediyor (s. 114). Bu
konuda da hatalar var. Birincisi; “Sertarik” Mevlevî
terimidir; “tarikat başı” demektir. Sertarik, âsitânede, yani tarikatın merkezi
olan dergahta, dolayısıyla Konya’da olur. Bağdat’taki zaviyede ne işi var?
İkincisi; Mevlevîlikte
"çilehanede kırk gün kalmak" yoktur. Üçüncüsü; çömezi Aşçı Dede’ye teslim etme işi
Sertarik’in değildir. Dördüncüsü; Mevlevî şeyhi olan Sertarik, “eti senin kemiği
benim” gibi bayağı ifadeler kullanmazdı.
3- Mevlevî
eğitim sistemi niçin kötü gösteriliyor?
Roman’da,
Bağdat’taki zaviyede Aşçı Dede’nin himayesinde bulunan çömez şöyle demektedir:
“Buraya geldim geleli it gibi çalışıyorum. Bazı günler o kadar yoruluyorum ki döşeğe düştüğümde kolumun
bacağımın ağrısından
uyuyamıyorum. Ama kimin umurunda? Kimseden ne bir teselli duydum, ne müşfik bir bakış gördüm. Ne
kadar çalışırsam
çalışayım bir türlü
yaranamıyorum. İsmini dahi bildiklerini sanmıyorum. “Cahil talip” diye sesleniyorlar
bana, sanki adım sanım yokmuş gibi. Arkamdan da fısıldaşıyorlar: “Havuç kafalı gafil oğlan!” Ama en
kötüsü Aşçı Dede’nin emrinde
mutfakta çalışmak!
Göğüs kafesinde
kalp yerine taş
taşıyor adam. Dergâhta
aşçı olacağına, savaşın kitabını
yazmış Moğol Ordusu’na
komutan olsa daha isabetli olurdu. Bir kerecik olsun ağzından tatlı
bir söz çıktığını
duysam, sağ
kolumu keseceğim.
Gülümsemeyi bildiğinden bile şüpheliyim.” (s. 112)
“Gün doğumundan gün batımına kadar durmadan emir yağdırıyor
Aşçı
Dede: “Havuç kafa, yerleri sil! Tezgahları parlat! (...)” Her şeyi
tam istediği gibi yapmazsan Aşçı Dede cinnet geçirir, çanak çömlek eline ne
geçerse kafama atar.” (s. 113)
“… Aşçı Dede feci bir dayak attı. Sırtımda sıra
sıra kızılcık sopaları kırdı.” (s. 114)
“Bunca zaman tasavvuf yolunda pişmek için çekmediğim
zahmet ve mihnet ve eziyet kalmamıştı. Günde yüz defa yerleri cüppemle cilalamaya, dumandan gözlerim yaşarıncaya
dek ateş
başında
tencere tava kalaylamaya, paslı kapanlardan fare ölüleri toplamaya, kısacası
her türlü angaryaya hayli aşinayım…” (s. 120)
Elif
Şafak’ın Bağdat’taki zaviyede Aşçı Dede’nin ve hatta Şeyh Baba Zaman’ın çömeze,
hakarete ve aşağılamaya varan davranışlar sergilediğinden bahsetmesi (s. 83,
112), Mevlevîliğin âdâb ve erkanıyla kesinlikle bağdaşmamaktadır. Bütün bunlar tamamıyla
Elif Şafak’ın çirkin uydurmalardır.
4- Hz.
Mevlânâ zamanında bu şekilde semâ âyini yoktu
Roman’da;
Şems ve Mevlânâ semâ âyini programlıyor; provalar yaparak hazırlanıyor ve halkı
davet ediyorlar (s. 328). Semâ âyini esnasında Hz. Mevlana semazenbaşıdır; semazenler
bal rengi sikkeler, hırkalar, tennureler, destegüller, elifî kuşaklar kuşanmışlar;
ellerini göğüslerine kavuşturup destur alıyorlar, üç kere meydanı
devrediyorlar, tek tek dönmeye başlıyorlar, aralarda dört selam edip dönüyorlar,
semâ bitince ellerini çaprazlama kavuşturup meydandaki herkesi selamlıyorlar
(s. 330-331, 337-338).
Bunlar vahim hatalar! Bu tip giysiler ve semâ âyini ritüelleri, Hz. Mevlânâ’nın vefatından epey zaman sonra şekillenmiş, bilhassa Pir Âdil Çelebi (ö.1460) zamanında oluşmuştur.[7] Abdülbaki Gölpınarlı'nın ifadesiyle; "Mevlânâ zamanında ne tennûre, ne destegül, ne elifî nemed, ne habbe vardı." [8] "Semâ meşkı, çark atmak, dirsek tutmak, ism-i Celâl çekmeye izin vermek, çile çıkartmak, onsekiz gün hizmete koşmak, meydan töreni, hepsi, hepsi sonradan konmadır."[9] "Onun semaı bir törene, bir kaideye uymaktan meydana gelen bir hareket değil, doğrudan doğruya vecde, cezbeye tâbi olarak ihtiyarsız meydana gelen bir hal; ruhî bir halin tezahürü." [10] Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi zamanlarında da sema, Mevlana zamanındaki semaın aynıdır. Devr-i Veledi, post duası, selamlar, mukabele gibi törenlere bağlı bir sema yoktur. Sema bir vecd halindedir.[11] Seyyid Sahih Ahmed Dede'nin (ö.1813) Mecmuatü't-Tevarihi'l-Mevleviyye adlı kitabında, yazar Elif Şafak'ın romanda tasvir ettiği sema ayinine benzer bir ayinin Hz. Mevlana hayattayken gerçekleştiğinden bahsetsedilmektedir. Ancak Abdülbaki Gölpınarlı'ya göre Sahih Ahmed Dede'nin bu yazdıkları da hayale dayanmaktadır, hiçbir ilmi değer yoktur. [12]
Yazar Elif Şafak, her
ne kadar bu romanı yazarken uzun süren araştırmalar yaptığını söylese de, roman
boyunca Mevlevilik tarihini çokça karıştırmış.
[1] bkz. Sipehsâlâr, Mevlâna ve Etrafındakiler, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 139; Eflâki Dede, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, MEB Yay., İstanbul 1989, II, 155-157; Bediüzzaman Füruzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. Feridun Nafiz Uzluk, Konya 2005, s. 186-187
[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin: Hayatı Eserleri Felsefesi, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 7. Bs., 1999, s. 121
[3] Gölpınarlı, a.g.e., s. 118-119
[4] Detaylı bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevleri, 2. Bs. 1993, s. 390-406
[5] Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 29
[6] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkanı, İstanbul 1963, s. 28, 36, 39, 133 vd.; Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 390-391
[7] Detaylı bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkanı, s. 75-77; Gölpınarlı, Mevlana'dan Sonra Mevlevilik, s. 370-387, 426-432
[8] Gölpınarlı,
Mevlevi Adab ve Erkanı, s. 142
[9] Gölpınarlı, a.g.e., s. 143-144
[10] Gölpınarlı, a.e., s. 71
[11] Gölpınarlı, a.e., s. 73-74
[12] Gölpınarlı, a.e., s. 74