HZ. MEVLÂNÂ VE ŞEMS-i TEBRİZÎ’DEN BAHSEDEN
BİR
ROMAN
NE KADAR KURGU VE HAYAL ÜRÜNÜ OLABİLİR?
Yazar, röportajlarında romanı
hakkında şunları söylemiş:
“Bu bir tarih kitabı değil,
biyografi değil, akademik çalışma değil sadece bir roman. Ben o karakterleri
öyle konuşturdum. Tabii kendi okumalarımdan, Mesnevi’den etkilendim. Onları
damıtarak bir imbikten geçiriyorsunuz, sonra ben bende kalan algıyı yazıyorum.
Hepsi kurgu. Hatta Şems in kuralları da öyle. Benim bulduğum şeyler.”
http://www.elifsafak.us/roportajlar.asp?islem=roportaj&id=248
“Anlattığım tamamen bir
kurgu. Ella da Aziz de hatta Şems ve Mevlânâ da kurgu. Kendi hayalimdeki Şems’i
yazdım, kendi hayal dünyamda gördüğüm Mevlânâ’yı yazdım. Esas Mevlânâ budur
diyemem. Tabii ki kendi okumalarımdan, Mesnevi’den etkilendim. Onları damıtarak
bir imbikten geçiriyorsunuz, sonra ben bende kalan algıyı yazıyorum. Hepsi
kurgu. Hatta Şems’in kuralları da öyle. Benim bulduğum şeyler.”
http://www.elifsafak.us/roportajlar.asp?islem=roportaj&id=277
“Romanı yazarken bulabildiğim
tüm Türkçe, İngilizce ve kısmen İspanyolca kaynakları okudum. Uzun süre
okuyorum o benim içimde birikiyor. Ama ne olursa olsun, bu benim algıladığım
kadarıyla orada Mevlânâ var, benim algıladığım kadarıyla Şems var. Herkes
anlayabildiği kadarıyla anlıyor ve anlatıyor. Hiçbir zaman esas Mevlânâ budur
esas Mevlevilik budur demek istemem. Bu bir roman, bir kurgu, bu benim hayal
gücüm.” http://www.elifsafak.us/haberler.asp?islem=haber&id=61
“Bu bir roman, bu bir hayal
dünyası. Ben kendi penceremden gördüğüm Mevlânâ’yı anlatıyorum. Bir başkası
bambaşka anlatacak. Bir öteki başka bir şekilde anlatacak. Bu çeşitlilik güzel
geliyor, doğal geliyor bana. Onun için, asla diyemem ki işte gerçek Mevlânâ’yı
ben anladım, ben anlatıyorum. Bu benim haddim de değil, yapabileceğim bir şey
de değil. Ama sanatın penceresinden, edebiyatın dünyasından böyle bir kurgu
(...)
Son tahlilde anlattığım her
şey bir kurgu. Ama ben bu kurguyu yapabilmek için okuyorum. Bir de yeni bir şey
de değil benim hayatımda, belki on beş seneyi geçti tasavvufla tanışmam. O gün
bugündür de kendimce yoğun olarak okuyorum. Daha yoğun okuduğum dönemler oldu.
Bir parça belki daha uzaklaşıp tekrar döndüğüm dönemler oldu. Kendim de
mevsimlerden geçtim. Ama benim için hep bir sürekli ilgi alanı oldu on beş
senedir. Muhakkak ki o okumaların da getirdiği bir şey var, hani bir tortu
geriye bırakıyor. Yazarken de araştırma yapıyorum ben, bir dönemi anlamaya
çalışıyorum. Tabi ki o anlamda ödevimizi yapıyoruz ama son tahlilde bütün o
parçaları birleştiren şey hayal gücü. Onun için anlattığım bir hayal.”
http://www.elifsafak.us/roportajlar.asp?islem=roportaj&id=274
“Son tahlilde, beşerin
tabiatı şaşmaktır. Elbette hatalar, kusurlar olabilir. Yoksa Şems i, Mevlânâ yı
yazmaya kalkıp da her şeyi anladığını iddia etmek "kibir" olur. Ama
şunu samimiyetle söyleyebilirim: Ben bu romanı aşkla yazdım, aşkla okunmasıdır
temennim.” http://www.elifsafak.us/degerlendirmeler.asp?islem=degerlendirme&id=120
***
“Bu bir tarih kitabı değil,
biyografi değil, akademik çalışma değil sadece bir roman.” “Anlattığım tamamen
bir kurgu. Ella da Aziz de hatta Şems ve Mevlânâ da kurgu. Kendi hayalimdeki
Şems’i yazdım, kendi hayal dünyamda gördüğüm Mevlânâ’yı yazdım. Esas Mevlânâ
budur diyemem.” denilerek,
romandaki pek çok yaklaşım ve bilgi yanlışlığını mazur ve masum göstermek
mümkün değildir.
Her şeyden önce; Hz. Mevlânâ ve Şems-i
Tebrizî’nin hayatlarından ve mesajlarından bahsedilen bir roman, bir yönüyle
hem tarihî hem dini-tasavvufi bir roman hüviyeti kazanır. Mevlânâ ve Şems,
kişisel bir romanın rol-kuklaları yapılamaz. Okuyucu zihninde, tasavvufi hayata
ve tarihe sadakat, böylesi bir romanda ister-istemez beklenir. Yoksa okuyucu,
böylesi bir romanda hangi bilgi “tarihen sabit” hangisi “uydurma” nereden
bilecek?
***
Aşk adlı romanda geçen aşağıdaki bilgiler, ya
târihî olarak sabit değiller ya da târihî gerçeklerle kesinlikle uyuşmamaktadırlar:
1- Yazar, Hz. Mevlânâ’yı “semanın yaratıcısı” (s. 38)
olarak tanımlamıştır. Oysa tasavvuf tarihini bilenlerce malumdur ki ve Abdülbaki
Gölpınarlı’nın da kaydettiği gibi; “Sufiler, Müslümanlığın ilk devirlerinden
itibaren semaı, vecdi, musıki ve şiir dinlerken kalkıp hareket etmeyi, dönmeyi
kabul etmişlerdir.” (Detaylı bilgi için bkz. Gölpınarlı, Mevlevî Adab ve
Erkanı, s. 50-53)
2- Mevlânâ’nın, Şems öldürülerek kuyuya atıldığında durumu hemen fark
etmesi (s. 48, 399),
Oysa kaynaklarda şu bilgiler kayıtlıdır: Şems, Mevlânâ’nın
yanındayken dışarıya çağrılmış, suikate uğrayıp şehid edilmiş, olayı öğrenen
Sultan Veled cesedi atıldığı kuyudan çıkarıp defnetmiş, fakat bir müddet bunu Mevlânâ’ya
duyuramamış, Mevlânâ ise kaybolan Şems’i bulmak ümidiyle iki kere Şam’a
gitmiştir. (bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 84)
3- Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin’in, meyhaneden şarap alan babası Mevlânâ’ya “Koca Mevlânâ bu hallere mi
düşecekti? Ayyaş bir ihtiyar oldun demek!” (s. 302) demesi,
Evet,
Ahmed Eflakî’nin Menâkıbü’l-Arifin’de kaydettiği üzere, Şems Mevlânâ’yı
çeşitli şekillerde imtihan etmiştir ve bunların arasında, Yahudi mahallesindeki
bir meyhaneden şarap aldırtmak da vardır (s. 474-475). Fakat hiçbir kaynakta, Alaaddin’in
babasına böyle edepsizce bir söz söylediği geçmemektedir. Aslı olmayan bu edepsizliği
Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin’e yakıştırmak dahi bir edepsizliktir.
4- Mevlânâ’nın babasından sonraki şeyhi Seyyid Burhaneddin’in,
Bağdat’taki bir şeyhe (romanda: Baba Zaman) mektup yazıp, Mevlânâ’ya bir can
yoldaşı gerektiğini belirtmesi ve bu hususta ondan yardım istemesi. Üstelik bu
mektupta Mevlânâ’ya yoldaş olacak kişinin Konya’ya geldiğinde başının çok büyük
belalara gireceği, hatta öldürülebileceğine dikkat çekmesi (s. 97-99),
Oysa kaynaklarda sadece şu bilgiler vardır: Seyyid
Burhaneddin, “Buraya kuvvetli bir arslan yöneldi. Ben de arslanım. Birbirimizle
geçinemeyiz. Onun için (Konya’dan Kayseri’ye) gitmek istiyorum” diyerek adını
söylemeksizin Şems’in geleceğini Mevlânâ’ya haber vermiştir. (bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ
Celaleddin, s. 46, 47)
5- Kimya’nın Şems’i gördüğü günden beri ona sırılsıklam aşık oluşu (s.
278) ve Şems’le evlenme düşüncesini Mevlânâ’ya ilk olarak onun açması (s.
361-362),
6- Şems’in, henüz evli değillerken Kimya’nın yüzüne, yanağına, omzuna,
dudaklarına dokunması (s. 245, 247), elini tutması (s. 277),
7- Şems’in evlilikleri boyunca eşi Kimya ile cinsel açıdan hiç birlikte
olmadığı (s. 375), hatta cinsel beklentileri sebebiyle eşini azarladığı ve bu
sebeple hastalanan Kimya’nın öldüğü (s. 383-385).
Kaynaklarda Şems’den geriye bir çocuğun kalmadığı
(Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 102) belirtilmektedir. Fakat herhalde
sadece bundan yola çıkılarak da Kimya ile Şems’in hiç cinsel birliktelik
yaşamadığı ileri sürülemez. Tarihî delillere dayanmayan yazar, bir yönüyle Şems
ve Kimya’ya iftira etmiş olmakta, diğer yönüyle halkın onlar hakkındaki
kanaatlerini ifsad etmektedir.
8- Yazar;
Şems’in “Yarab… Hamdolsun sana ki adım adım
şeytanımı Müslüman ettim” (s. 64) sözünü kaydetmiş. Kaynaklarda sadece
Peygamber Efendimiz (sas) tarafından söylendiği belirtilen böylesi bir sözü Şems’in
söylediği acaba nerede kayıtlı?
9- Şems’in
asla rüya görmediği, rüya melekesini Allah’ın ondan çekip aldığı, fakat
başkalarının rüyalarını tabir etmeyi bildiği (s. 85),
10- Yazar,
Sultan Veled’e 1245 yılında şöyle söyletmiş: “Babamın eski bir risalesininin suretini çıkarıyorum.” (s. 248) O
yılda Mevlânâ’nın hangi risalesi varmış ve bitmiş de oğlu temize çekiyormuş?
11- Yazar’a göre Mevlânâ “sadece erkekler için değil kadınlar için de sema ayinleri
düzenlermiş ve sufi bacılara bu adeti devam ettirmelerini salık vermiş” (s.
405)
Hz. Mevlânâ zamanında kadınların da –erkeklerden ve erkeklerin meclisinden
ayrı olarak- semâ ettikleri nakledilmiştir. Ama Mevlânâ’nın kadınlar için özel
sema ayinleri düzenlediği ve bu âdeti devam ettirmelerini istediğine dair kaynaklarda
herhangi bir kayıt yoktur.
Günümüzde, tamamı kadınlardan oluşan bir grup, sema gösterisi yapmakta, fakat bu gösteri hem “ücret mukabili” yapıldığı, hem “erkek semazenlerle birlikte” icra edildiği, hem de “erkekler tarafından da seyredilebildiği” için Mevlevîlik tarihine, âdâb ve erkânına kesinlikle uymamaktadır.
12- Yazar, Cüzzamlı Dilenci Hasan’a şunları söyletiyor: “Elbette gelen Rumi’ydi. Hem de ne geliş! Altında süt gibi apak bir at vardı. Kehribar renkli kaftanına altın varaklar, inci mercanlar işliydi. Ardında mürşidler, hayranları, taraftarları izdiham oluştururken o önde mağrur, bilge ve asil ilerliyordu…” (s. 140) Mevlânâ’nın altın varaklar, inci mercanlarla gezdiği tamamen uydurmadır, yalandır. Ayrıca, Mevlânâ’nın ardından gelen mürşidleri olur mu yahu! Acaba o mürşidler kimler? “Taraftarlar” da cabası!
13- Mevlânâ’nın, kütüphanesine girip kitaplarını eline alıp incelediği
için eşi Kerra Hatun’a kızması (s. 215),
14- Kimya’nın ölülerin ruhlarıyla (s. 377), özellikle de Mevlânâ’nın ilk
eşi Gevher Hatun’un ruhu ile görüşüp konuşuyor oluşu (bkz. s. 220, 360),
15- Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin’in, annesinin vefat haberini duyduğunda
damla gözyaşı dökmediği (s. 251),
16- Şems’in, Mevlânâ’yı görmeye gelen kimi insanları tekme tokat kovması
(s. 259),
Oysa kaynaklarda sadece, Şems’in Mevlânâ’yı
herkesle görüştürmediği geçmektedir. (bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s.
76)
17- Mevlânâ’nın sık sık Aziz Khariton Manastırı’na gidip dua ettiği (s.
313)
***
Aşk adlı romandan alıntılanan aşağıdaki cümleler
ise dinî kaynaklar ve yaklaşım açısından yanlışlık ve çelişkilerle doludur:
18- Yazar, Şems’e şu sözü söyletmiş: “Kuran’da Allah, Bana kul hakkıyla gelmeyin der” (s.
76). Kur’an-ı Kerim’de kesinlikle böyle bir ayet
yoktur. Ya Şems Kur’an’dan habersiz ya da yazarımız Elif Şafak.
19- Yazar, Seyyid Burhaneddin’e şu sözü söyletmiş: “Kuran’ı Kerim’de yazan bir
hükmü hatırlattım: Mümin müminin aynasıdır.” (s. 98) Böylece bir söz Kur’an-ı Kerim’de kesinlikle
yoktur. Bu söz bir ayet değil, Peygamberimize ait bir hadis-i şeriftir. Ya
Seyyid Burhaneddin Kur’an’dan habersiz ya da yazarımız.
20- Yazar; Şems’in, “Peygamber Efendimiz Kuran’ın yedi boyutta okunabileceğini
buyurmuştu. Biz bu yediyi dörtte toplarız.” (s. 75) dediğini kaydetmiş. Peygamberimizin (sas) Kur’an’ın
yedi “boyut”ta okunabileceğinden bahseden bir hadisi yoktur.
Ancak Peygamberimizin şöyle dediği rivayet
edilmiştir:
“Kur’ân yedi harf (ahrufu’s-seb’a) üzere
indirilmiştir. Her âyetin zâhiri ve bâtını vardır.” (İbn Hibban, el-İhsan,
I, 276: Kitabu’l-İlm, 75)
“Kur’ân’da nazil olan her ayetin bir zâhiri ve
bir de bâtını vardır.” (Ebu Ya’la’nın Müsnedü’l-kebir’inden nakleden
Heysemi, Mecmau’z-zevaid, VII, 152)
“Her ayetin bir zâhiri, bir bâtını vardır. Her
harfin bir haddi ve her haddin bir matlaı vardır.” (İbn Hibban, Sahih,
I, 146; Şâtıbî, el-Muvafakat, Mısır, trs, III, 282)
Bu rivayetlerden, Kur’an âyetlerinin zâhirî ve
bâtınî manalarının olduğu sonucu elbette ki çıkar. Fakat Peygamberimizin
Kur’an’daki “yedi boyut”tan bahsettiği sonucu çıkmaz. Çünkü ilk hadis-i şerifte
bahsedilen “yedi boyut” değil “yedi harf”tir ki bu “yedi farklı Arap lehçesi” demektir.
Yani Peygamberimiz, yaşadığı dönemdeki Müslüman Araplara Kur’an’ın yedi farklı
lehçede de okunmalarının caiz olduğu söylemiştir. Nitekim
aynı konudaki şu rivayet daha açıktır: “ … Biliniz ki bu Kur'ân yedi harf üzere indirilmiştir. Bunlardan hangisi
kolayınıza gelirse onunla okuyun." (Buharî, Fedailu'l-Kur'ân 5, 27;
Müslim, Müsâfirin 270; Ebû Davud, Salât 357; Tirmizî, Kırâ'ât 2; Nesâî, Salât
37; Muvatta, Kur'ân 5)
21- Yazar, Mevlânâ’ya şunları söyletmiş: “Her peygamberin verdiği öğüt aynıdır: Sana ayna
olacak insanı bul!” (s. 240) Bu söz de
Mevlana’nın ağzından yazar tarafından uydurulmuş. Peygamberlerin böyle bir
ortak mesajının olduğu hiçbir kaynakta geçmemektedir.
22- Yazar Şems’e, erkeğin itaatsiz/ahlaksız eşini artık son merhalede te’dib
maksadıyla dövebileceğinden bahseden Nisa suresinin 34. âyetine, günümüzde
ortaya çıkan modern bir mana verdirmiş (s. 245).
23- Hz. Musa’nın, Hz. Hızır’la yoldaşlık yaptığında henüz peygamber
olmadığı (s. 258),
24- Yazar’a göre Mevlânâ ve Kimya, haftada üç dört gün çalışır; ayetleri
iniş sırasına göre incelermiş (s. 243).
Ayetleri nüzul sırasına göre incelemek ne o zaman
ne günümüzde mümkün değildir. Ancak belki sureler nüzul sıralarına göre
incelenebilir. Fakat böylesi bir usul dahi o dönemlerde yoktu.
25- Yazar, Şems’e şunları söyletmiş: “Güzeli sevip çirkini elinin tersiyle itmek en
kolayı. Esas mesele iyiyi de kötüyü de sevebilmek; ayrım yapmadan.” (s. 197)
Kötüyü sevmek de neyin nesi? Kötüyü sevmemiz
gerektiğini Yüce Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed veya Şems söylemiş mi?
26- Yazar, Şems’e şunları söyletmiş: “Beni Rabbim tüccar değil ki, senin gibilerle ticaret
yapsın! Benim Rabbim bakkal değil ki, defterinin bir köşesinde günah hanesi,
bir köşesinde sevap hanesi, toplayıp çıkarsın! Ne bir elinde terazi tartmak
peşinde, ne öteki elinde kalem yazmak derdinde… Benim Rabbim bayağı hesaplardan
münezzehtir. O muhteşem bir güzellik, kaynağı kesilmeyen nur, sonsuz merhamet
ve rahmettir. Ne demeye puta ya da ilaha tapayım? Benim rabbim her zaman
diridir. İsmi Hay. Ne demeye müeyyideler, yasaklar, zanlar, hesaplar içinde
kalayım?” (s. 229)
Şems’e yakıştırılan bu ifadeler İslam inanç sistemine uymamaktadır. İslam dinine göre Yüce Allah, sevap ve günahları meleklerine kaydettirmektedir. Kulun Cennet ümidi veya Cehennem korkusuyla Allah’a ibadet etmesi de Kur’an’da normal karşılanmakta, hatta Yüce Allah ve Peygamber tarafından teşvik edilmektedir. İslam dininde müeyyideler ve yasaklar vardır ve bunlar Yüce Allah ve Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir.
27- Yazar, Şems’e şunları söyletmiş: “Ya cehennemden korkar, ya cennette ödül beklerler.
Oysa aslolan Allah aşkıdır. Onu unuturlar.” (s. 230)
Cennet ümidi veya Cehennem korkusuyla kulluktan
Kur’an’da bahsedilmekte, Yüce Allah ve Peygamberimiz Hz. Muhammed meşru
görmektedir. Bu kesinlikle kınanamaz. Diğer taraftan, “aslolanın Allah aşkı”
olduğu ne Kur’an’da ne de Sünnet’te açıkça belirtilmemiştir.
28- Yazar, Şems’e şunları söyletmiş: “Geçmişte çok kötü bir günah işlemiş, şimdi de
vicdanı aç bir fare gibi beynini kemiren bir adamın çektiği azaptan daha beter
cehennem olabilir mi?” (s. 231)
Şems adına yazar nasıl olur da Cehennemdeki azabı
bu denli hafife alabilir! Bir adamın vicdan azabı çekmesi ile Cehennemde azap
görmesi kıyas edilebilir mi!
29- Yazar, Şems’e şunları söyletmiş: “Benim hiç düşmanım yok ki. Bizi tenkit edenler
olacaktır. Rakibimiz de olur, sevmeyenimiz de. Ama Allah aşıklarının düşmanı
olmaz.” (s. 259)
Bu, saçma sapan bir söz! Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in düşmanları vardı. Ne yani, şimdi Peygamberimiz (sas) Allah aşığı
değil miydi? Bu sözü söyleyen Şems dahi öldürülmüştür. Öldürenler Şems’in
dostları mıydı? Yoksa Şems de mi Allah aşığı değildi?
30- Yazar Şems’e şunları söyletmiş: “Hayal perdesinde Karagöz oynatanlar bile onlardan
(Sahte şeyhlerden) iyidir” (s. 321).
Karagöz, Mevlânâ’nın vefatından sonraki dönemde,
Orhan Gazi zamanında yaşamadı mı?
31- Romanda yaşlı bir bilge, Kimya’nın ana-babasına diyor ki “Kimyayı muhakkak okula
gönderin?” (s. 217). O dönemde ne
okulu yahu! “Haydi kızlar okula” kampanyası mı vardı?