HZ. MEVLÂNÂ ve ŞEMS-i TEBRİZÎ
ELLA VE AZİZ’E NE DERLERDİ?
ELLA’YA
DAİR
Roman
incelendiğinde; Ella, 19 Mayıs 2008’de Aşk Şeriatı kitabının yazarı
Aziz’e ilk kez mail gönderir (s. 68-69). 20 Mayıs’ta Aziz’den cevap geliyor (s.
81-82). 22 Mayıs’ta Ella ikinci mailini gönderir (s. 109). Aziz 24 Mayıs’ta
Ella’ya cevap yazıyor (s. 122-124). Yazar, Aziz’in bu ikinci mailinden sonra
Ella hakkında şunları yazmış: “O an Ella anladı ki aklı fikri Aziz’deydi… Şu an bu büyük ve lüks evde değil de, Guatemala’da onun yanında olmak için neler
vermezdi ki…” (s. 126)
Yahu
daha ne oldu ki yazar Elif Şafak, kahramanı Ella’yı yoldan çıkarttı! 5 gün
içinde, iki mailde iş tamam! Ella artık her şeye hazır! Sonrasında Ella, Aziz
ile her gün mesajlaşmaya (s. 184), telefonla görüşmeye (s. 222) başlıyor.
Yazar
diyor ki: “Çoluk
çocuk sahibi bir kadınken yabancı bir adamla sabah akşam mektuplaşıp içli dışlı
olmak Ella’nın vicdanını kemiriyordu. Ama nasıl olsa hiçbir zaman tenselliğe dökülmeyecekti bu ilişki. Hep platonik kalacaktı. Masum bir günahtı bu. Masum bir
kabahat…” (s. 185)
Ella,
kocası David’e de şöyle demekte: “Onu (Aziz’i) tanımak için
çok şey bilmene gerek yok. Onun özünü görüyorum.” (s. 309)
Fakat
yazar Elif Şafak, aşk için evini terk eden Ella ile sevgilisi Aziz hakkında şunları
da demektedir:
“Kişilikleri
en az gündüz ile gece kadar farklıydı. Yaşam tarzları ise alabildiğine başkaydı.
Arada tam bir uçurum vardı. Normal şartlar altında birbirlerine tahammül etmeleri bile zor iken, aşk odu’nda yanmaları beklenmedik bir hadiseydi. Ama oldu
işte. Hem de öyle çabuk oldu ki, Ella başına ne geldiğini anlayıp, kendini koruyamadı bile. Tabii şayet insanın kendini aşktan koruması mümkünse!” (s. 14)
“İkisi hemen her açıdan o kadar farklıydılar ki, nasıl olup
da birbirlerine yazacak bu kadar çok şey bulduklarını bilmiyordu. Biri çıkıp da
“ortak neyiniz var?” diye sorsa, cevap verebileceğinden bile emin değildi.” (s.
202)
Hâsıl-ı
kelam; yazar Elif Şafak, romandaki kahramanı Ella üzerinden, yaşamları evleri
ve ailelerinden ibaret mutsuz ev kadınlarına, “aşksızlık derdinden ve aşkı yaşamak
adına gerekirse evi barkı, çoluk çocuğu terk edip, flört ettikleri erkeğe
kaçmalarının masum olduğu ve mazur görülebileceği” mesajını vermektedir. Bunun
aksi hiçbir mesaj romanda geçmemektedir.
AZİZ
ZAHARA’YA DAİR
Aziz,
mesleği fotoğrafçılık olan, Aşk Şeriatı adlı kitabın yazarı. Kendisini
“dindar” değil, “inançlı” birisi olarak tanımlayan, tasavvufi eğitim aldığın
söyleyen birisi.
Aziz,
Ella’ya diyor ki:
“Sufilikte ölmeden evvel ölmeyi öğrendim. Makamlardan adım
adım geçtim. Bu yolu anlayabildiğimce yaşamaya çalıştım. Tam her şeyi hallettim
derken, gökten zembille sen indin.” (s. 389)
“Sufi değilsin, biliyorum. Olman da gerekmiyor. Sen sadece
Rumi ol, yeter.” (s. 391)
“Beni dindar biri saymışsın. Halbuki değilim. Dindar olmakla
inançlı olmak aynı şey değil…” (s. 187)
Ama
bu Aziz aynı zamanda; dilek ağacına dilek yazıp asan (s. 81-82), meditasyon
yapan (s. 123), saçları omuzlarına dökülen, sağ kulağında küpe (s. 233, 388) ve
güneş şeklinde kolyesi olan (s. 388), söz ve yaklaşımlarıyla evli ve çocuklu Ella’yı
alttan alta ayartmaya çalışan (s. 81-82, 95, 123, 134, 177, 185, 188), onunla
gizlice otel odasında buluşan (s. 368), otelde yatağa uzatıp parmaklarıyla
vücuduna dokunan (s. 369-370), el ele kol kola caddelerde gezen (s. 385) artist
bir tip.
Yazar
Elif Şafak belki farkında değil, ama romanında “sahtekâr, ahlaksız bir sufi
taslağı” tipi yaratmış!
Ne
sufi, ne de dindar! Neymiş, “inançlı”! Maalesef, Allah’ın varlığına inanmayı
yeterli bulan, O’nun emirleri olan şeriata uymayı gururlarına yediremeyen,
keyiflerince yaşamak adına nefislerini zora koşmak istemeyenlerin söylemi bu
oldu günümüzde: “Dindar değilim, ama inançlıyım. Şeriatı değil, ama
tasavvufu seviyorum.”
“Romanın
kurgusu gereği böyle olabilir” denilebilir. Ancak yazar Elif Şafak romanında, Aziz’in
din ve tasavvuf adına tutarsızlıklarına, Hz. Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî’den
sözler naklederek Ella’yı ayartmasına göz yummakta, Aziz’in yanlış yaptığını
okuyucuya hiçbir surette hissettirmemektedir.
Bir
de Yazar utanmadan, Aziz’in cenaze töreni hakkında şunları yazmış: “Konya Konya olalı böyle acayip cenaze
görmedi. Tabii asırlar evvel Efendi Mevlânâ’nın düğün gecesi sayılmazsa.” (s. 413)
Bu ne saygısız benzetmeler,
kıyaslamalar! Aziz diye birini uydur, sonra da onu Mevlânâ ile kıyasla!
Ayıptır!
Bütün
bunlar için, “Ne kadar da abartıyorsunuz. Nihayetinde bu bir roman. Yazara ait
bir kurgu ve hayal ürünü” denilebilir. Ancak asıl mesele şu: Yazar Elif Şafak
romanda, Şems-i Tebrizî ve Hz. Mevlânâ’nın hayatlarından yola çıkarak “ilahî
aşktan ilham alan bir beşerî bir aşk” kurgulayayım demiş. Onu da
becerememiş. Ortaya, Ella ile Aziz arasındaki gayrımeşru bir aşk çıkmış! Maalesef yazar, Mevlânâ ile Şems’i, ilahi aşk temalarını, cismani ve
gayrimeşru bir aşkı anlatmak için saygısızca kullanmış.
HZ. MEVLÂNÂ
VE ŞEMS-i TEBRİZÎ NE DERDİ?
Hz.
Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî, Ella’ya: “Aşkı yaşamak adına üç çocuğunu ve kocanı
terk edip, bu sufi geçinen artist Aziz’e kaç. Onunla nikâhsız birlikte ol” mu
derlerdi?
Ya
da sufi geçinen Aziz’e, “Evli ve üç çocuklu kadını, bizim aşka dair sözlerimizle
ayart, onunla flört et, nikâhsız birlikte yaşa” mı derlerdi?
Mevlânâ
ve Şems, bu gayrıislamî ve gayriahlakî işi, aşk adına tasvip mi ederdi?
Yoksa,
“Utamaz arlanmazlar! Şehvetinizin adını aşk koymuşsunuz, bizi de birbirinizi
ayartmaya alet etmişsiniz!” mi derlerdi?
Bunları
Ella ile Aziz’e mi derlerdi, yoksa onları roman kahramanı olarak yaratan yazara
mı?