Padişahın biri, oğlunu hüner
sahibi bir topluluğa teslim etmiş ve o topluluk da ona ilm-i nücum (astronomi),
reml (bir çeşit falcılık), tıb ve daha başka bilgilerden
öğretmişti. Çocuk son derece aptal olduğu halde, bu bilgileri tamamen öğrenip
üstat oldu.
Bir gün padişah avucunda bir
yüzük sakladı ve oğlunu imtihan etti: “- Gel söyle bakayım avucumda ne var?” diye
sordu.
Çocuk: “- Elindeki yuvarlak,
sarı, madeni ve içi boş bir şeydir” dedi.
Padişah: “- Alametlerini doğru verdin, o halde ne olduğuna da karar ver” deyince, çocuk, “- Kalbur olma gerek” cevabını verdi. Padişah, “- Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar alameti, bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuç içine sığmayacağına nasıl takdir edemedin?” dedi.
Bunun gibi, zamanımızdaki alimler de ilimde kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili şeyleri pek iyi biliyorlar. Onlara tamamen ve bütün etrafıyla vâkıftırlar, fakat önemli olanı, herşeyden ona daha lazım bulunan kendi kendilerini, onlara her şeyden daha yakın olan kendi benliklerini bilmiyorlar. "Bu caizdir, bu caiz değildir", "Bu helaldir , o haramdır" diye her şey hakkında hüküm verdiği halde, kendisini bilmez ki helal midir yoksa haram mıdır, caiz midir, temiz midir yoksa pis midir?
Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, trc. M.
Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul: MEB Yayınları, 1990, s. 28-29. Ayrıca bkz. Fîhi
Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, s. 19-20