Bir öğretmen varmış. Küçük bir
çocuğu üç ay okutmuş, fakat çocuk Elif’ten başka bir şey öğrenememiş, elif’ten
ileriye gidememiş. Çocuğun babası gelip öğretmene, “- Hizmetinizde kusur
etmiyoruz. Eğer bir kusur işlemişsek buyurunuz, daha fazla hizmet edelim”
demiş. Öğretmen, “- Hayır, sizin kusurunuz yok. Fakat çocuk bundan ileri
gidemiyor” deyip çocuğu çağırmış ve ona, “Elif’in bir şeyi yok[1], de”
demiş. Çocuk, “Bir şey yok” deyip “Elif” diyemedi. Öğretmen çocuğun babasına,
“- İşte durum böyle, görüyorsunuz. Bunu öğrenip geçmedikçe ben ona yeni bir
ders nasıl vereyim?” deyince, çocuğun babası, “- Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin”
demiş.
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, trc. M.
Ülker Anbarcıoğlu, İstanbul: MEB Yayınları, 1990, s. 184-185. Ayrıca bkz.
Fîhi Mâ Fîh, trc. Ahmed Avni Konuk, s. 108
[1] Kur’an okuyabilmeleri için çocuklara Arapça harfler, yani “Elifba” öğretilirken, “Elif’te yok”, “Be, altında bir nokta” gibi şekli benzetmelerle öğretilirdi.