Şeb-i Arûs ne demektir?
“Şeb-i Arûs” veya “Şeb-i Urs”, ilki Farsça, ikincisi Arapça olan kelimelerle yapılmış bir terkiptir. Farsça bir kelime olan Şeb, ‘gece’; Arapça bir kelime olan Urs ‘düğün’, ‘düğünde verilen ziyafet’; urs kelimesinden türetilmiş Arûs kelimesi ise ‘gelin’ demektir.[1]
Şeb-i Arûs (veya Şeb-i Urs) “gelin gecesi”, “düğün gecesi”, “gerdek gecesi” anlamlarına gelen; Hz. Mevlânâ’nın vefat gecesini ve bu gecenin yıl dönümlerinde yapılan töreni ifade eden bir Mevlevi terimidir.[2] Bu gece, âşık sevgilisine, dost dostuna kavuştuğu için gerdek gecesine benzetilmiştir.[3]
Mevleviler, Hz. Mevlânâ’nın (ks) eserlerinde, özellikle de gazel ve rubailerinde açıkladığı ölüm anlayışına istinaden, onun vefât gecesini, dünyadan ayrılık gecesi olarak değil, Cenab-ı Hakk’a kavuşma gecesi olarak nitelendirdiler. Bunun için de o geceyi Şeb-i Arûs olarak adlandırdılar ve törenler düzenlediler.[4]
Hz. Mevlânâ’nın vefatının kendisinden sonra Şeb-i Arûs terimiyle adlandırılmasında, Hz. Mevlânâ’nın “Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür”[5] sözü ile, oğlu Sultan Veled’in, “Aşıklara ölüm, düğündür”[6] sözünün açık etkisinin olduğu düşünülebilir.
Hak Âşığı Sufilerin Ölüm Anlayışı[7]
Allah’ı seven, Allah’ın da kendilerini sevdiği seçkin kullar için ölüm, sevenlerin kavuşmasını sağlar. Cenab-ı Hak, “Habibullah”, yani Allah sevgilisi Hz. Muhammed’e sormuş: “Dünya hayatını mı yoksa Dost’un katında olmayı mı tercih ediyorsun? Seni muhayyer bıraktım, tercihini yap.” İşte o zaman Peygamberimiz "Refîk-i A'lâ'yı (En yüce Dost'u)!”[8] demiş ve son nefesini vermiştir.
Ölümü hoş karşılamak, Allah’ı sevmenin, O’nun razı olacağı bir hayat sürmüş olmanın ve O’na kavuşma arzusunun bir tezahürüdür. Nitekim Yüce Allah, Kur’an’da, "…Eğer sâdık iseniz ölümü temenni ediniz"[9] buyurmuştur.
Sufilere göre, dünya zindandır. Vefat eden bir mümin, bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste Hz. Peygamber, “Dünya mümin için zindan, kâfir için Cennettir.”[10] denilmiştir. Dünya bir kafes, ruh da içinde kuştur. Ölen ruh, kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet semasına uçmuştur. Ruh bedende tutsaktır; ölümle hürriyetine kavuşur. Ruhun esas mekânı ruhlar âlemi ve bezm-i elesttir. Asli vatanından bu dünyaya geçici olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir; burada gariptir, ait olduğu diyarın hasretini çekmektedir.
Sufiler arasında ölümü neşeyle karşılayanlar olmuştur. İbnü'l-Cevzi şu menkıbeyi kaydetmiştir: "Çölde giden el-Kettânî bir derviş gördü. Ölmüştü, ama gülüyordu. “Ölü olduğun halde gülüyor musun?” diye sorunca şu cevabı almıştı: “Rahman'ın âşıkları işte böyle olurlar”.”[11]
Ebû Said Ebu'l-Hayr'ın şöyle dediği nakledilmiştir:
Yâdında mı doğduğun zamanlar
Sen ağlar idin güler idi âlem
Öyle bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande, halka matem.[12]
Ebû Said Ebu'l-Hayr, naaşı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını vasiyet etmişti:
“Hebter ender cihan ez'in çe bured kâr
Dost be dost reft yâr ber yâr.”
(Dünyada şundan daha hoş hangi iş var? Dost dosta gidiyor, yâr Yâr'a.)[13]
Ebû Said'in cenazesi, defler çalınarak ve ilahiler okunarak kaldırılmıştı.[14]
Hz. Mevlânâ’nın Ölüm Anlayışı
Hz. Mevlânâ, ölümü; ten kafesine mahkûm edilmiş, Allah’a ait özellikler taşıyan, bir nefha-i ilâhî olan ruhun[15] tekrar aslına dönmesi’, ‘dünyadan ukbâya göç’, ‘âşık ile mâşuğun kavuşması’, ‘ikinci doğum’ olarak nitelemiştir:
“Şu dünya yüzündeki hayat, aslında bir ölümden ibarettir. Bizi korkutan ölüm de hakikatte, hayattır! Bunu ters düşünmek, yani ölümü, bir başka âleme doğmak değil de yok olup gitmek gibi sanmak imansızlıktır! Eğer Hak, ten hanesini yıkarsa, sakın inleme, şikâyet etme! Şunu iyi bil ki aslında sen, ten zindanında mahpussun; ölüm gelip de orası yıkılınca kurtulacaksın!”[16]
“Ölümde insaf ehline ve din ehline bir başka hayat vardır. Ölümden temiz ruhlara huzur ve sükûn gelir. Ölüm Hakk’a kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değildir. Fakat adam olmayan, ölmeyeceğim diye boyuna ölür durur; işte dert buradadır.”[17]
“Bizim ölümümüz her ne kadar sana matem olursa da, aslında, Hak’la buluşma vakti olduğu için bizim en neşeli, en mutlu zamanımızdır. Çünkü bu dünya bizim zindanımızdır. Zindanın harap oluşu, yıkılışı, zindandakileri sevindirir. Yani bizim bedenimiz, ruhumuz için bir zindan kesilmiştir. Ölüm, bedeni yıkınca, toprağa düşürünce, ruh zindandan kurtulacak, Hakk'a kavuşacaktır.”[18]
“Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse, bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.”[19]
“Ben ölürsem, sakın bana “Öldü!” demeyin. Aslında ben ölü idim, dirildim; dost aldı, götürdü beni.”[20]
“Bizim ölümümüz, ebedî bir düğündür. Onun sırrı nedir? "O tek bir Allah'tır." Aslında ölüm, Allah'ın nuru ile diri olan kişinin ruhuna, beden zindanından kurtuluş yardımıdır.”[21]
"Aşığın bir gerdek gecesi olan ölümünde, âşıkların gizli şeylerinin açığa vurulması doğru olsaydı, her zerre tef çalar, el çırparlardı.
Âşığın bedeni bir define gibi yere indi mi, âşıklar göğünde yüzlerce pencere açılır." (Divan-ı Kebir, İstanbul 2007, IV, 46, beyit: 330-331)
“Ey ruh âleminden bu dünyaya doğup gelenler! Ölüm gelince ürkmeyin, korkmayın! Bu, ölüm değil, bu ikinci bir doğumdur; doğun, doğun!” [22]
Mevlânâ, Mesnevi’sinde Bilal-i Habeşi’nin ölüm anlayışını örnek vermiş, ruhun dünya gurbetinden vatanına dönmesini, Allah’a kavuşmayı sağlayan ölümün neşe ile karşılanması gerektiğini belirtmiştir:
“Hz. Bilal zayıflıktan hilale, yani yeni ay’a dönmüş, yüzüne ölümün rengi, ölümün gölgesi düşmüştür. Eşi onun bu halini görünce, “Eyvahlar olsun! Evim yıkıldı!” dedi. Bilal ona, “Hayır, hayır!” dedi, “Evin yapıldı. Şimdi neşe ve sevinç zamanı. Ben şimdiye kadar, yaşayış yüzünden keder içindeydim, yasta idim. Sen ölümün nasıl bir yaşayış, nasıl bir şey olduğunu ne bilirsin?” Hz. Bilal hep bu sözü söylüyor, söylerken de yüzünde nergisler, güller, laleler açılıyor, yani mübarek yüzü gittikçe nurlanıyordu. Eşi Bilal’in hastalığının arttığını görünce, “Ey güzel huylu, ayrılık çağı geldi.” dedi. Bilal, “Hayır, hayır! Buluşma çağı, kavuşma çağı.” dedi. Eşi dedi ki, “Sen bu gece gurbete gidiyorsun, soyundan sopundan, yakınlarından ayrılıp kayboluyorsun.” dedi. Bilal dedi ki, “Hayır, belki bu gece ruhum gurbetten, asıl vatanına kavuşuyor”.”[23]
Hz. Mevlânâ, vefatına yakın günlerde yakınlarına şu gazeli söylemiş; ölüm anlayışını ve ölümünün sevenlerince nasıl karşılanması gerektiğini ifade etmiştir:
“Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi, gamı var, dünyadan ayrıldığına üzülüyorum sanma.
Sakın, benim için ağlama, “Yazık oldu! Yazık oldu!” deme. Eğer nefse uyup şeytanın tuzağına düşersen, işte o zaman hayıflanmanın sırasıdır.
Cenazemi görünce “Âh ayrılık! Âh ayrılık!” deme. O vakit benim ayrılık değil, visal ve mülakat (kavuşma ve görüşme) vaktimdir.
Beni kabre indirdikleri zaman sakın “Elveda! Elveda!” deme. Çünkü kabir, öteki âlemin, can topluluğunun perdesidir.
Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör (düşün). Güneş ve aya gurub etmekten (batmaktan) hiç ziyan gelir mi?
Bu hal sana batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında bu hal doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır. Mezar insana hapishane/zindan gibi görünse de, orası ruhun kurtulduğu yerdir.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Niçin insan tohumu bitmeyecek diye şüpheleniyorsun?[24]
Hz. Mevlânâ’nın Vefatına Yakın Günler
Hz. Mevlânâ, ömrünün son demlerinde ateşli bir hastalığa yakalandı. Hekimler tedavisine yoğun çaba harcıyor, fakat ateş bir türlü düşürülemiyor, sonuç alınamıyordu. Bu sıralarda Konya’da sık sık depremler oluyordu. Halk depremlerden korkup Mevlânâ’ya başvurunca o, gülümseyerek, “Korkmayın. Yerin karnı acıktı. Yakında bir yağlı lokma yer ve deprem biter.” dedi.[25]
Mevlânâ, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçmesine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı.
Bir gün hanımı, Mevlânâ’ya hitaben, “Hudavendigar Hazretlerinin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lazımdı.” dedi. Mevlânâ cevaben, “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne de Nemrud’uz. Bizim toprak âlemiyle ne işimiz var? Bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz birkaç tutuklunun kurtulması için (insanlara faydamız dokunsun diye) bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hazret-i Muhammed’in yanına döneceğimiz umulur” dedi.[26]
Bir gün de Şeyh Sadreddîn Konevî, dervişleriyle birlikte Mevlânâ’ya geçmiş olsun demeye geldi. Mevlânâ’ya son derece büyük bir ilgi gösterdi, çok üzüldü ve, “Allah yakın zamanda şifalar versin. Hastalık âhirette derecenizin yükselmesine sebeptir. İnşallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz. Siz âlemin canısınız; sağlıklı olmaya layıksınız” diye temennilerde bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ, “Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Âşığın maşukuna kavuşmasını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musun?” dedi. Bunun üzerine Şeyh Sadreddin, yanındakilerle birlikte ağlayarak kalkıp gitti.[27]
Hz. Mevlânâ, vefatına yakın bir günde bağlılarına şöyle vasiyette bulundu:
“Ben size; gizlide ve açıkta, her yerde Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, Allah’ın buyruklarına boyun eğip, günahlardan kaçınmayı, oruç tutmak ve namaz kılmakta devamlılığı, daima şehvetten kaçınmayı, insanlardan gelebilecek ezâ ve cefâya tahammül etmeyi, câhil ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak durmayı, güzel davranışlı ve sâlih kişilerle birlikte olmayı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd yalnız, tek olan Allah’a mahsustur. Tevhîd ehline selâm olsun.”[28]
Yine o, son günlerinde, halife olarak yerine Çelebi Hüsameddin’i tayin ettiğini açıkladı.[29]
Hz. Mevlânâ’nın Vefatı ve Cenaze Töreni
Hz. Mevlânâ, 5 Cemâziyelâhir 672 (17 Aralık 1273)’de, Pazar günü, güneş batarken vefât etti.[30]
Ertesi sabah cenazesini Mevlevi imamı Mevlânâ İhtiyareddin yıkadı.[31] Cenaze törenine her dinden, mezhepten, milletten, yaştan, statüden insan katıldı.[32] Mevlânâ’nın daima üstünde taşıdığı ferâcesine sarılı olan tabutu dışarıya çıkartıldığı zaman, tabutu taşımak için halk o derece hücum ediyordu ki memurlar kılıçlarla, sopalarla halkı men etmek zorunda kalıyordu. Herkes tabutun önünde ardında ağlaya ağlaya dönüp duruyordu. Ana cadde adam almıyordu. Bilginler, sufiler, ahiler, fütüvvet erleri, rindler, hükümet ricali ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Yahudiler ve hahamlar, bütün insanlık Mevlânâ’yı baş üstünde taşıyordu.[33] Sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar ve Musevîler de bu vefattan son derece üzüntü içindeydiler.[34]
Müslümanlar, gayrimüslimleri sopa ve kılıçla savmaya çalışarak, onlara: "Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din sultanı Mevlânâ bizimdir, bizim imamımız, rehberimizdir" dediler. Onlar ise şöyle cevap verdiler: "Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğrendik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onu devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbiyseniz, biz de bin şu kadar misli onun muhibbiyiz. Mevlânâ Hazretleri’nin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır. Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?”[35]
Nefirler, neyler, rebablar çalınıyor, mazharlar (zilsiz defler) dövülüyor, zillerin, kudümlerin sesleri, çalgıların nağmeleri, hıçkırıklarla boğuluyordu. Naralar atıp sema edenler, feryatlar edip bayılanlar vardı. Tabut ilerleyemiyordu. Evden sabahleyin çıkan tabut, pek yakın olan musallaya akşama yakın varabildi.[36]
Hz. Mevlânâ, cenâze namazını kıldırmasını Şeyh Sadreddîn Konevî’ye (ö.673/1274) vasiyet etmişti.[37] Ancak o tam namazı kıldıracağı sırada, üzüntüsünün şiddetinden bir şehka (hıçkırıp) vurup bayıldı. Bunun üzerine cenâze namazını Kadı Sırâceddîn el-Urmevî (ö.682/1283) kıldırdı.[38] Şeyh Sadreddin’e daha sonra, cenaze namazını kıldıracakken neden bayıldığı sorulduğunda, “Namaz kıldırmak için tabutun önüne vardığım zaman, meleklerin saf bağlayıp tabutun önüne durduklarını gördüm. O halin heybetinden, dehşetinden aklım başımdan gitti” diye cevap vermiştir.[39]
Hz. Mevlânâ’nın nâşı Konya’da, babasının ve Selâhaddîn-i Zerkûbî’nin de defnedildiği yere defnedildi. Konya’da kırk gün yas tutuldu. Kırk gün onun kabrinden ziyaretçi eksik olmadı.[40]
“Yeşil Türbe” denilen türbe, Sultan Veled ile III. Gıyaseddin Keyhusrev’in emirlerinden Alameddin Kayser’in gayreti ve Emir Pervane’nin eşi (Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kızı) Gürcü Hatun’un yardımıyla Çelebi Hüsameddin zamanında yapıldı. Türbenin mimarı Tebrizli Bedreddin’dir.[41]
Hz. Mevlânâ’nın Sevenlerine Mesajları
Hz. Mevlânâ, vefatından sonra kendisini ziyaret etmek isteyenlere şöyle seslenmiştir:
"Kardeşim! Benim mezarıma sakın defsiz gelme! Çünkü Allah’ı sevenlere, O’nun huzurunda olanlara dertli olmak, kederli olmak yaraşmaz."[42]
Mevlânâ’ya atfedilen bir beyitte ise o şöyle demektedir:
“Vefâtımızdan sonra mezarımızı yeryüzünde arama
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindendir.”[43]
Yukarıdaki sözlerine göre; Konya’daki türbesini ziyaret edecek olan kişinin Hz. Mevlana’nın ölüme yaklaşımını hatırlaması ve vefatı sonrası kavuştuğu manevi nimetleri düşünmesi, böylece üzüntülü değil, neşeli bir haletiruhiyede olması gerekir. Ancak yine Mevlânâ’ya göre, türbesini ziyaretten daha da önemli olan, onu sevip tam manasıyla örnek almış ârifleri arayıp bulmak, onları ziyaret edip sohbetlerinden istifade etmektir. Asıl yapılması gereken, kişiye asıl faydalı dokunacak olan da budur.
Hz. Mevlânâ Vefatı Sonrası Şeb-i Arûs Törenleri
Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda şunları kaydetmiştir:
“Mevlânâ’dan, hatta Selahaddin-i Zerkubi’den itibaren cenazelerin neyler çalınarak, davullar ve mazharlar (kenarı zilsiz defler) dövülerek, besteler okunarak ve sema edilerek götürülmesi adet olmuştu. Mevlânâ’nın zamanında bile şeriatçılar buna şiddetle itiraz ediyorlardı, fakat dinleyen yoktu ve Mevlânâ’nın nüfuzu hepsini susturmuştu. Sonraları medresenin galebesi, âyin okunup ney ve kudüm çalınmasını, ancak cenazenin yıkandığı ve kefenlendiği zamana hasretti. Dışarıdayken cenaze ism-i Celal ile götürülürdü.”[44]
“Mevlânâ’nın vefatının kameri seneyle her yıl dönümü gecesi, Konya’da meydan odasının önündeki havuzun başına hasırlar, halılar serilir, herkes toplanır, âyinler okunur, meyveler yenir, sohbetler edilir, böylece bir sema meclisi kurulurdu. Sonunda bir gülbank[45] çekilerek bu hususi âyin-i cem’e son verilirdi. O geceye ‘düğün ziyafeti gecesi’ anlamına gelen “şeb-i urs” denirdi. Bu yüzden havuzun adına da “şeb-i urs havuzu” denmişti. Bu söz, halk arasında, ‘gelin-gerdek gecesi’ anlamına gelen ve aynı mânâyı ifade eden “şeb-i arus” şeklini almıştı. Mevlânâ’nın vefat yıldönümü kışa rastlarsa bu tören meydan odasında icra edilirdi. Görülüyor ki Mevlânâ’nın vefatı Mevlevilerce bir vuslattı ve o gece bir gerdek gecesiydi.”[46]
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevîlik Adab ve Erkanı, İstanbul 1963, s. 102-103; Süleyman Uludağ, Tasavvufi Terimler Sözlüğü, İstanbul, 1997, s. 54, 487; İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı, İstanbul, 2006, c. 1, s. 173, c. 3, s. 2919
[2] Uludağ, a.g.e., s. 487; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 663; Ayverdi, a.g.e., c. 3, s. 2919
[3] Uludağ, a.g.e., s. 487
[4] Benzeri törenler Mısır’da, Şazeliyye tarikatının Bedeviyye şubesi kurucusu Şeyh Seyyid Ahmed Bedevî (ö.675/1276) ve yine Şazeliyye tarikatının Desukiyye/Burhaniyye şubesinin kurucusu Burhaneddin İbrahim Desukî (ö.686/1287) için de yapılmaktadır. (Uludağ, a.g.e., s. 487-488; Cebecioğlu, a.g.e., s. 663)
[5] Şefik Can, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, c. 1, s. 327
[6] Sultan Veled, İbtidânâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Konya, 2001, s. 306
[7] Bu başlık altında kaydedilen bilgiler için bkz. Süleyman Uludağ, “Ölüm ve Ötesi”, Köprü Dergisi, Sayı: 76, Güz-2001
[8] İbn Hişam, Siyer, IV, 1069; Buhari, Rikak, 42; Müslim, Selam, 46
[9] 2/Bakara, 94
[10] Müslim, Zühd, 1; Tirmizi, Zühd, 16; İbn Mace, Zühd, 3
[11] İbnü’l-Cevzi, en-Nutku'l-Mefhum Mine's-Samti'l-Ma'lum, s. 582
[12] Muhammed b. Münevver, Esraru't-Tevhid fi Makamati’ş-Şeyh Ebi Said, s. 256
[13] Muhammed b. Münevver, Esraru't-Tevhid, s. 355
[14] Ancak Hanbelî mezhebine bağlı tefsir, hadis, fıkıh ve tarih âlimi olan Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzi (1117–1201) gibi âlimler, sufilerin bu geleneğini eleştirmiştir: "Sufiler biri ölünce ziyafet verir, buna urs adını verirler. Ziyafet dolayısıyla çalgı çalar, raks eder, oynarlar ve “ölü Mevlasına erdiği için neşeliyiz” derler, yaptıkları şey şeriata da akla da uygun değildir, üzülecek zaman sevinmek insan tabiatına aykırı düşer.” (İbnü’l-Cevzi, Telbisu İblis, s. 308)
[15] Nefha-i ilâhî, ‘Allah’ın üflemesi/üfürmesi’ demektir. Yüce Allah, yarattığı insana ruh üflediğini Kur’an’da şöyle bildirmektedir: “Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti. Bunun üzerine bütün melekler saygı ile eğildiler.” (15/Hicr, 28-30; 38/Sâd, 71-73. Ayrıca bkz. 32/Secde, 9)
[16] Şefik Can, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, c. 3, s. 399
[17] Mevlânâ, Rubailer, çev. ve haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 1982, s. 38; Can, a.g.e., c. 4 (Rubailer), s. 61
[18] Can, a.g.e., c. 1, s. 99-100
[19] Mevlânâ, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, c. 3, beyit nu: 3951
[20] Mevlânâ, Rubailer, s. 100; Can, a.g.e., c. 4 (Rubailer), s. 107
[21] Can, a.g.e., c. 1, s. 327
[22] Can, a.g.e., c. 1, s. 457
[23] Mevlânâ, Mesnevi, çev. Şefik Can, c. 3, beyit nu: 3517-3534. Kuşeyri Risalesi’nde şu bilgiler kayıtlıdır: “Hz. Bilal’in vefatı yaklaştığında karısı, “Vah vah! Ne kadar mahzunum” demiş. Hz. Bilal ise, “Oh, oh! Ne kadar neşeliyim. Yarın, dostlarıma, Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” demişti. (Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1999, s. 392)
[24] Mevlânâ, Divan-ı Kebir, çev. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul, 2007, c. 3, s. 184; Şefik Can, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, İstanbul, 2006, c. 1, s. 425-426. Hz. Mevlana’nın ölüm hakkındaki görüşleri hakkında bkz. Sezai Küçük, “Mevlana ve Ölüm- Şeb-i Arus”, Ay Vakti, Sayı: 56 (Mayıs-2005)
[25] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, İstanbul, 1999, s. 126-127
[26] Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 2006, s. 442-443
[27] Eflaki, a.g.e., s. 443-444
[28] Eflâkî, a.g.e., s. 446; Molla Câmî, Nefehatü’l-Üns, trc. Lamii Çelebi, İstanbul 1289, s. 519
[29] Eflaki, a.g.e., s. 447
[30] Sultan Veled, İbtidânâme, s. 121; Feridun b. Ahmed Sipehsalar, Sipehsalar Risalesi, çev. Ahmed Avni Konuk, İstanbul, 2004, s. 122; Eflâkî, a.g.e., s. 453. Hz. Mevlânâ, hicrî tarihle 68, miladî tarihle 66 yaşında iken vefat etti.
[31] Eflaki, a.g.e., s. 450
[32] Sultan Veled, a.g.e., s. 122
[33] Sipehsalar, a.g.e., s. 123; Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 128-129
[34] Eflaki, a.g.e., s. s. 450
[35] Sultan Veled,a.g.e., s. 122; Sipehsalar, a.g.e., s. 124; Eflaki, a.g.e., s. 450-451
[36] Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin, s. 129
[37] Eflâkî, a.g.e., s. 451; Gölpınarlı, a.g.e., s. 129
[38] Sipehsalar, a.g.e., s. 124; Gölpınarlı, a.g.e., s. 129
[39] Sipehsalar, a.g.e., s. 124; Şefik Can, Mevlânâ: Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul, 1999, s. 86
[40] Sultan Veled, a.g.e., s. 122; Sipehsalar, a.g.e., s. 124-125; Can, a.g.e., s. 87
[41] Eflâkî, a.g.e., s. 325, 589-590
[42] Şefik Can, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, c. 2, s. 9, Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 132-133
[43] bkz. Şefik Can, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, c. 1, s. 181, dipnot nu: 82. “Bizim mezarımızı toprakta arama. Bizim türbemiz âşıkların gönlündedir.” Gölpınarlı’ya göre, “Dîvân-ı Kebir’de bulunmayan bu beyit Mevlânâ’nın olmak üzere rivayet edile gelmiştir.” (bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 130)
[44] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra Mevlevilik, İstanbul, 1983, s. 423-424
[45] Ayinin bitiminde Şeyh şu şeb-i arûs gülbankını çekerdi:
“Bîşter â bîşter â cân-ı men
Peyk-i der-i Hazret-i Sultân-ı men
Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, şerler defola, leyle-i arûs-ı rabbânî, vuslat-ı halvetserây-i sübhanî, hakk-ı akdes-i Hudâvendgârîde an-be ân vesile-i i’tilâ-yı makam ve fuyuzât-ı ruhâniyyet-i aliyyeleri cümle peyrevânı hakkında şâmil ü âmmloa, Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i İmâm-ı Alî, Hû diyelim, Hû…” (Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkanı, s. 104)
[46] Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra Mevlevilik, s. 424