Şems, Mevlânâ hakkında şunları söylemiştir:
“Andolsun ki senin [Mevlânâ’nın] yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed’i (sas) görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ’yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar. Mevlânâ’yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değildir. Bu yol, o tarafa giden kestirme yoldur.”[1]
Şems’in Makâlât’ında yer alan bu sözleri, Eflâkî’nin kitabında şu metinle yer almıştır: “Kim peygamberleri görmek isterse, Mevlânâ’ya baksın. Peygamberlerin hal ve hareketleri ondadır. O peygamberler ki, onlara rüya ve ilham değil, vahiy geldi. Peygamberlerin huyu, iç temizliği ve Hak erlerinin rızasına bağlılıktır. Şimdi cennet, Mevlânâ’nın hoşnut olmasından, cehennem de, kızgınlığındandır. Cennet’in anahtarı Mevlânâ’dır. Eğer, “Âlimler peygamberlerin varisleridir,” sözünün anlamını ve daha açıklamadığı başka bir şeyi bilmek istiyorsan, git Mevlânâ’yı gör. Eğer şeyhsiz kalsaydım, kalırdım (amaca ulaşamazdım). Senin ruhuna binlerce rahmet olsun. Yüce Allah, Mevlânâ’ya uzun ömür versin. Ey Allah’ım! Onu bize, bizi ona bağışla. Âmin.”[2]
“Mevlânâ’ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut Müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.”[3]
“Bana veli diyorlar. Dedim ki “haydi öyle olsun. Bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben bununla övünürsem çok çirkin düşer. Ancak Mevlânâ, Kur’an ve hadiste yazılı vasıflardan anlaşıldığına göre, velidir. Ben de velinin velisi, dostun dostuyum. Bu bakımdan saha sağlamım.”[4]
“Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh görmedim. Eğer yaparsa şeyhliğe Mevlânâ yaraşır.”[5]
“Ulu Allah’ın yüce zâtına ant içerim ki Mevlânâ eğer benim sözümü başkalarına aktarmak isterse benden daha iyi aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler. Ama Mevlânâ yine de benim sözümü nakletmiş olmaz.”[6]
“Mevlânâ'ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara. Benim ulu Allah’tan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor. Hâlbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim, kapalı konuşurum. Tâ ki sonunda her söz, başka sözün üstünü kapatsın. Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.”[7]
[1]
Şems, Makâlât, s. 200
[2]
Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, s. 263
(3/207)
[3]
Şems, Makâlât, s. 157. Şems’in bu
sözleri için ayrıca bkz. Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri, s. 263 (3/207)
[4]
Şems, Makâlât, s. 34
[5]
Makâlât, s. 216
[6]
Makâlât, s. 244
[7]
Makâlât, s. 160